Friday, March 5, 2010

Fazla yüksek

Ayak parmaklarımın üzerine yükselerek, en uzun parmağım olan orta parmağımla (sağlak olduğum için sağ kolumu kullanarak üstelik) bile dokunamıyorum. Üzerimdeki montu çıkarsam iyi olacak. Kalın olduğu için, istediğim mesafeyi tutturamıyor olabilirim. Çıkardım ve 1 santim kadar daha yaklaştım. Ama hala çok yüksek!

Aslında çok da mesafe kalmamış. Biraz daha uzun olabilseydim keşke… Hah şurada bir iki dergi var. Nereden baksan 5-6 santim daha kazanırım. Hadi canım, bu kadar da şanssızlık olmaz artık. Artık parmağımın ucuyla dokunabiliyorum ama bu şekilde oradan almam olanaksız. Bir şeyler daha olmalı, üstüne basabileceğim. Odayı gözden geçirmeye başlıyorum:

Bir gazete var ama işime yaramayacağı belli. Birkaç ilaç kutusu? Yok artık daha neler… Saçmalamaya başladım iyice. Çözüme ulaşacak bir şeyler bulmam lazım. Mutfakta tava var ama dünden kızartma yapmıştım. İçi yağlı ve yıkasam da ağırlığıma dayanamayabilir. Tek tava ve aynı zamanda tencere olarak da kullanabildiğim tek yemek pişirme aracım. Tehlikeye atıp atmama konusunda kararsızım. Son çare olarak not ediyorum.

Tuvalet kağıdı ruloları tehlikeli. Ayağımın altında ezilirse düşebilir ve ayağımı burkabilirim. Açıkçası canım tatlı biraz, itiraf etmem gerek. Bir de kağıttan bile ince bir şeyin oluşturduğu rulo, ilk bakışta bile yeterince zayıf bir malzeme olarak görünüyor. Dur bir dakika, benim koli bandım vardı. Onun üzerine dergileri koysam yetişirim aslında. Nereye koydum şu bandı acaba? Ulan toplam 30 metrekarelik evde (tuvalet de dahil) bandı bulamıyorum iyi mi? Tahta bir valiz var köşede, onun içinde sanırım.

Bu tahta valizin de ayrı bir hikayesi var tabii. Bundan yıllar önce ilk evimde bırakılmış, benden önceki kiracının attığı eşyalardan biri. Bayağı da sağlam bir şey hani… Demirden taşıma kulpu var. O kulpu pastan arındırana kadar anam ağlamıştı. Üzerinde tahta kurtlarının açtığı bir sürü küçük delik vardı bulduğumda. Çatlamış verniği saatlerce zımparaladıktan sonra bir ahşap koruma boyası sürmüştüm. Orijinal rengini bulmak çok zor olmuştu. Herhalde 50-60 nalbur dolaşmışımdır. Sonra macunla kapayıp tüm delikleri, son bir zımpara geçmiş, ardından da boyasını atmıştım. İçine hiç dokunmadım bu arada… Cilasız, ham bir yüzeyi vardı, öyle bıraktım ben de… Kuruduktan sonra bayağı gösterişli bir valiz olmuştu. 50 x 70 x 22 cm. ölçülerinde ve tahmin ettiğiniz gibi, boş hali bile yeterince ağır bir valiz. İçine kasetlerimi koyuyorum. Tüm kapakların sırt kısımlarını üste gelecek şekilde dizdiğinizde bayağı da kaset alıyor. Hem böyle olunca, istediğim kaseti bulmak da kolay oluyor. Uzun süredir müzik setim olmadığından, unutmuşum valizin varlığını.

Ama çok güzel kasetler var içinde… Ben lise 1. sınıftayken, evdeki müzik setini ele geçirmiştim. Sanırım benim yaşlarımdaki tüm gençlerin yaptığı bir şeydir bu… Ama benim o yıllarımda, özel radyolar daha yeni açılmaya başlamıştı. Şimdiki kadar fazla ses sanatçımız olmadığı için; Türkçe yayın yapanların sayısı, ilk ve son kez yabancı şarkıları çalanların sayısından azdı. Kent FM vardı o zamanlar daha yeni açılmıştı. Yıllarca da ayakta kaldı. Şimdi ne oldu acaba? Radyo dinlemeye yeniden başlamayı da not etmek gerek.

Kent FM’de çalan şarkıları kaydederdim kasetlere… Kasete radyodan kayıt yapmak büyük uzmanlık ve ciddi mesai gerektiren bir iştir aslında. Önce boş bir kaset alacaksınız. Ben 90’lık TDK’ları tercih ederim. Siyah renkli olanlar karizmatiktir. Bir de chrome yazacak üzerinde… Daha kaliteli kayıt alınıyor onlara. Kaseti elde ettikten sonra, ne tarz şarkıları kaydedeceğinizi belirlemeniz ve günlük programınızı radyonun yayın akışına göre planlamanız lazım. Bu bir günlük de iş değildir yalnız. Bir programın 1 ile 2 saat arası sürdüğünü dikkate alırsanız, en az 4 ya da 5 programı kaçırmadan dinlemek zorundasınız. Bir de –ki bu nokta çok önemli- DJ’i neredeyse en yakın arkadaşınızmış gibi tanımaya çalışmalısınız. Ne zaman konuşacak bu adam? Şarkı başladıktan bir-iki saniye sonra yeniden bir şey söyleme ihtiyacı duyan çenesi düşüklerden mi yoksa çaldığı müziğe ve müzisyene en az sizin kadar bağlı, saygılı bir sessizlik ile devam edecek kadar tutkulu mu? Şarkı sonlarında, şarkı bitmeden bir ikincisini üzerine bindirecek kadar pervasız mı yoksa müziğin bitmesinin ardından o bir saniyelik “saygı sessizliğini” en az senin kadar istiyor mu? DJ yaptığı işi para ya da kızlara hava dışında; gerçekten sevdiği için yapıyorsa ve çaldığı şarkıları da benimsiyorsa işiniz kolay. Ama öteki durumlarda, müzik setinizde bir fade out özelliği bulunması yararlı oluyor. Böylece adam ya da kadın konuşmaya başlamadan, şarkıyı yavaş yavaş bitirebiliyorsunuz.

Benim kaset doldurma mesaim biraz daha zordu. Annemin evinde bir oturma odası bir de misafir odası vardı. Müzik seti de misafir odasındaydı. Sobalı olan evimizde, misafir odası hep buz gibi olurdu ve müzik setinin yakınlarında oturacak bir yer olmadığından, o soğukta ayakta saatlerce beklemek zorunda kalırdım. Ama çok güzel kasetler doldurmuştum. Bak mesela şu çok güzeldir. One more cup of coffee ile başlıyordu galiba… Ya dur bir bakayım şunlara, nasıl özlemişim hepsini… Led Zeppelin’in yurtdışından gelen orijinal kaydı burada… Zaten ne zaman valizi açsam ilk bunun yerinde olup olmadığına bakıyorum. 1974 ABD… Albüm ile aynı yıl… İlk kopyalardan biri… Bu konuda Tayfun’a hava atmış mıydım acaba?

Tayfun’a müzik ile ilgili bir konuda hava atmak çok zordur. Adam müziği tam anlamı ile yaşayan nadir tanıdıklarımdan biri… Ritmi sevmenin ya da sözleri beğenmenin çok dışında bir şey O’nunki… Tamam şarkı güzel ama, albüm bir bütün olarak ne anlatıyor? Bu grubun ya da kişinin bir öncekilere göre bu albümü neleri işaret ediyor? Yeni bir şeyler denemiş mi? Bir süredir çıkmıyor diye mi hazırlanmış albüm, yoksa hazır olduğu için mi çıkarılmış? Basçısı kim? Bu soru önemli, çünkü bas gitarın başka bir yeri var onda…

Tayfun’un şimdiki evime yakın metrekarelerdeki odasında, daha bas gitarı yeni yeni çalmaya başladığı dönemlerde çok eğlenmiştik. O dönemlerde Sinan da vardı çevremizde… Deli ama iyi bir çocuktu. Güzel bas çalardı. Bir de aşırı komik bir adamdı. Mimar Sinan’lı bir ressamdı da… Çok özelliği varmış canım sayınca… Kız arkadaşlarından birini tanıyordum. Bana “Adam muhteşem Serkan. Sadece dokunarak beni orgazm edebiliyor!” demişti. Gerçi sanırım bu Sinan’ın yeteneğinden çok, kızcağızın çok uzun süredir orgazm olmamasından kaynaklanıyordu ama artı artıdır. Bugüne dek hiçbir kız arkadaşım bana böyle bir şey söylemedi.

İşte o Sinan da olurdu bazen sohbetlerde… Bir gece nasıl saçmalarız diye düşünürken ortaya çok garip cümleler dökülmeye başlamıştı. Tayfun’un “Bir de Philips var!” demesi ile başlayan saçmalama süreci, Sinan’ın “Çevirince gerçekten mi yoksa döner mi tabi bir şekilde?” sorusu ile çığırından çıkmıştı. Amma çok gülmüştük o gece… Tayfun gülünce adam gibi gülenlerden… Hakkını vererek… Adamda bir yaşam biçimi tabii bu durum… Yaptı mı hakkını vererek yapma ilkesi ile yaşıyor. Başarıp başaramamak değil söz konusu olan. Böyle düşünerek yaşamak önemli ama bir o kadar da yorucu… Biraz rafine edilmiş gibi… Oto kontrol mekanizmasının böyle programlanması, kişiyi kısıtlar mı acaba? Bu da Tayfun ile tartışılması gerekenler arasına not alınmalı…


Yok işte valizin içinde… Nereye koydum bu koli bandını? Daha da çarpıcı soru şu ki, neden bu kadar yüksek bir kitaplık aldım kendime? Tüm rafları kitap dolu ve şu an bile yetmiyor gerçi ama, yüksek olacağına geniş olsaydı belki daha işlevsel olurdu. Şimdi en üst rafta duran TDK sözlüklerime ancak uzanabiliyorum. (Bu TDK kısaltması da amma çok yer etmiş bende) İki ciltlik bir sözlük bu… Kapsamlı bir çalışma… Bir cildi nereden baksan 8-10 santim kalınlığında… Çok da işime yarıyor. Aslında bu sözlüklerle yıllar önce tanıştım. Yani eski ve nadide parçalar benim için. TES dönemlerinde Tayfun ve Ese ile birlikte “kelürtmerk” oynardık. 9 harfli sözcükler bulmak gerektiğinde ilk bu sözlüklere giderdi elimiz. Aynısından Ese’de de var. Tayfun’da var mıydı hatırlamıyorum bak! Sormam gerek.

Çok keyifli bir oyun kelürtmerk… Kelime Üretim Merkezi’nin sadece bu üçlü tarafından kısaltılabilecek haliyle kısaltılmış yazılışı… Şimdi malzeme şu: Yeterli A4 kağıt, 3 ya da 3,5 dakikalık bir kum saati ya da saniye kadranı olan bir kol saati, adam başı en az iki kalem, 2 ciltlik TDK sözlüğü, Öz Türkçe sözlük –Metin bilmem kim hazırlamıştı, Ese’de vardı ama bende yok.-, imla kılavuzu, mümkün olabildiğince çok alanda yayınlanmış kaynak kitap… Özellikle bu kaynak kitaplar çok önemli kardeşim. Çünkü oynayan bu üç adam biraz manyak. Şimdi Tayfun her ne kadar mesleğini yapmıyorsa da bir maden mühendisi… Adam yeryüzü katmanları, bunların arasına sıkışmış madenler ve alanının jargonuna hakim ama bizim o kadar bilgili olmamız mümkün değil. Bu durumda bulduğu bir kelimenin doğruluğuna ikna olmamız için iki yol var: Biri Tayfun’un dediğine inanmak, diğeri de kaynak kitaplara başvurmak. Gerçi bu oyunda puştluğu yapanlar sadece Ese ile bendik, yani ha Tayfun’un sözü ha kaynak kitap durumuydu… Adam haksız yere puan almak için hiç çapulculuk yapmadı ama olsun. Ese de bir grafik tasarımcısı… Hem de mektepli ve alaylı karışımı gibi bir şey… Ben de gazeteciyim. Böyle olunca öncelikle bu konularda; ardından da fizikten kimyaya, antropolojiden taşımacılığa kadar birçok bilgiye ihtiyaç duyuluyor elbette… Acayip eğlenceli…

Oyunda kurallar basit. Dokuz harflik bir kelime seçiyorsunuz. Bu kelimeyi dokuza bölünmüş bir karenin içine yerleştiriyorsunuz. 5. harf tam merkezdeki kutuya geliyor. Bu harfi kullanmak şartıyla, en az 3 harflik yeni kelimeler üretiyorsunuz. Ama amaç fazla kelimeden çok, diğerlerinin yazmadığı kelimeyi bulmak. Çünkü puanlar buradan geliyor. 3 ile 5 harflik kelimeler 1 puan… 6 harflik olanlar 2, 7 harflik olanlar 3, 8 harflik olanlar 4 ve dokuz harflik olanlar 5 puan… Bu oyunu ne zaman oynasak; bir partiyi 3-3,5 dakikada yazıp, parti başına 1 saat ortalamalı tartışmalar yaşardık. Aslında işin ilginç yanı da burasıydı. Sonuçta birçok kişi oynamıştır bu tip sözcük oyunlarını çocukluğunda… Ama biz kazık kadar adamlardık. Oyunun amacı özde birbirine karşı üstünlük sağlamak ve oyunu kazanmak gibi görünse de bizim için gizli bir amacı daha vardı: Öğrenmek!... Akşam saatlerinde başlayan oyun saatlerce sürerdi. Daha da garibi, ertesi akşamlarda da sürerdi. Yani geceler boyu devam eden bir öğrenme macerasıydı.

Önceleri var olan ve sözlüklerde, kaynaklarda yer alan sözcüklerle başlayan bu serüven, bir süre sonra bizi tatmin etmemeye başlamıştı. Sanırım oyun da asıl o zaman başladı. Yeni sözcükleri literatüre katmak gibi; dışarıdan birinin fazla ukalaca bulduğu, oysa her birimiz için son derece doğal bir savaşın içine girmiştik. Çünkü her birimiz; bir diğerimizin birikimini, hayata en az kaç açıdan bakabildiğini ve üretmek, öğrenmek adına neleri göze alabileceğini biliyorduk. Dolayısıyla bu sözcükler aslında Türkçe’ye dahil olabilirdi, çünkü önce bizim acımasız süzgeçlerimizden geçmesi gerekiyordu. Hem de ne süzgeçler… Karşı taraf puan alamasın diye tüm silahlarımızla saldırıyorduk. Birinin diğerlerini ikna etmesi, sanırım TDK’nın herkesi tek tek ikna etmeye çalışmasından daha da zordu. Çok da güzel sözcükler çıktı aslında… Şimdi hatırlayabildiklerim az olsa da bu işin envanterini Ese üstlenmişti.

Zaten Ese bir dosyalama ustasıdır. Adamın enteresan bir “sistemli olmalıyım” takıntısı var. Hani “koyvereyim gitsin” diyemeyen adamlar vardır ya, onlardan biri de Ese… Mesela şimdi koli bandını Ese’nin evinde arıyor olsaydık, büyük olasılıkla ya 30 saniye sonra bulmuştuk ya da yeni bir tane almaya gitmiştik. Bilgisayarında “masa üstü” denen yerde dosya sayısı inanılmaz azdır örneğin. Ama herhangi biri, birbiri içine özenle isimlendirilerek hazırlanmış klasörler zincirinde rahatlıkla aradığını bulabilir. Çekmeceleri de çok düzenli tabii. Kasetler, CD’ler hep bir düzene göre dizilmiş durumda… Masasında bile her şeyin yeri belli… Ya bu adam hasta mı acaba? Bak şimdi bir anda yeni bir soru iyi mi? Psikolojik bir rahatsızlığın ilk aşamalarında falan olabilir mi? Bu kadar düzen bekar ve yalnız ve sanatçı ve en iyi çalışan yeri kafası olan biri için biraz garip değil mi? Gerçi adam ayak fetişisti ama başka bir sorun yoktu… Hay Allah!..

Fetişist denince, akla biraz sapkınlık geliyor sanırım. Ama Ese’deki sapkınlık değil… Adamın estetik kavramına çok yönlü bakış açıları geliştirmesinden kaynaklanıyor. Kadın bedeni dendiğinde ve konu sadece cinsel yaklaşımlar olduğunda; klasik olarak kalça, göğüs, bacak güzelliği gibi faktörler öne çıkıyor. İşin içine biraz duygusallık girince yüz güzelliği, gözler, eller de işlev kazanmaya başlıyor. Bu duygusallığı daha da ileri götürmek mümkün. O zaman kişilik, bireysel zevkler, yaşam karşısındaki duruş gibi etkenler ağırlık kazanıyor. Zaten bunlar ağırlık kazandığında, diğerleri ağırlıklarını yitirmeye başlıyor. Ama konumuz bu değil. Konumuz Ese’nin ayak fetişistliği… O; ayağı bir tasarım olarak algılayıp, o anlamda son derece başarılı ve çekici bulan bir adam. Bu tanımlama bence fetişizmi hafifletmiyor ama bakış açısı böyle adamın… Şahsen ben ayak ile ilgili değil fantezi kurmak, oturup doğru dürüst incelememişimdir bile…

Aslında her ne kadar kadınlar bu yaklaşımı hakaret saysalar da dünya üzerindeki erkeklerin çok büyük bir bölümünün aklına kadın dendiğinde seks geliyor. Seks tek taraflı paylaşılan bir eylem olmadığına göre, kadınlar da seks konusunda en az erkekler kadar aktif aslında… Olmasalardı, erkeklerin aktifliği bir işe yaramazdı. Ama kadının bunu itiraf etmemesi, farklı bakış açıları varmış duygusuna kapılmasına yol açıyor insanın… Erkek kadını cinsel meta olarak görüyor deniyor. Deniyor da kardeşim, erkek de hayatını mastürbasyonla geçirmiyor ki!... Bir şekilde seksi kadınlarla paylaştığına göre, kadınlar da erkekleri cinsel meta olarak görüyor. Bu neden erkekleri rahatsız etmiyor da kadınları ediyor anlamıyorum.

Özde seks; insanın doğasında var olan iç güdülerden biri ve diğer iç güdüler kadar normal… Örneğin korunma, açlığı ya da susuzluğu giderme, annelik, babalık gibi güdülerin yanına seks güdüsünü ekleyemiyoruz nedense… Kadın, yaşadığı cinsel ilişki sonrasında kendisini kullanılmış olarak mı algılıyor? Öyleyse kullanılan ne? Ortada paylaşılan bir dürtü varsa, neden bir taraf kullanmış oluyor?

Çevremdeki kadınların çoğu; “kadın sevmezse yatmaz” geyikleri yapıyor. Neden yüceleştirmeye çalışıyoruz doğal bir güdüyü? Neden olduğu gibi kabullenemiyoruz? Kadın her yattığı ile evleniyor mu yani? Ya da uzun bir aşk ilişkisi mi yaşıyor? O zaman bu kadar erkek nasıl oluyor da bu kadar kadınla yatabiliyor? Bazı arkadaşlar, her istendiğinde özgürce yaşanacak seksin dejenerasyona sebep olacağını söylüyor. Katılmıyorum. Elbette bir duygu çevresinde bütünleşen bedenler var. Onlara bir şey demiyorum. Ama bu iş duygu olmadan da sadece dürtülerle olabiliyor. Örneğin yemek yedikçe, yemek ile ilgili dejenerasyon yaşanıyor mu? Patlıcan musakkası ya da içli köfte yemek için, bunlara aşık olmam mı gerekiyor? Eğer öyleyse, Ayşe kadın fasulyeyi yediğimde patlıcan musakkasını aldatmış mı oluyorum?

Canım da nasıl içli köfte çekti şimdi… Cumhur’un annesi çok güzel yapar!... Birçok yemeği çok güzel yapar aslında… Uzun zaman Cumhur’larda yemek yemişliğim var, oradan biliyorum. Hani bir dönem vardır, bir ya da birkaç arkadaşınızın ailesi ile de çok samimi olursunuz ya, işte o dönemlerden birine denk düşmüştü Cumhur’un ailesi ile tanışmam. Ama ilginç olanı Cumhur ile tanışmamdı:

Üniversitenin yaz kampına gitmiştik ve yorucu aşklardan bunalmış kafamdaki tek düşünce sadece dinlenmek, okumak ve yüzmekti… Kampa kalabalık bir grup olarak gelen gençlerden biri “Basket oynayacağız ama bir kişi eksiğiz. Katılır mısın?” diyene kadar 3 gün de bunu başarmıştım aslında… Yine de gençliğin getirdiği aktiflikten olsa gerek, “Peki” demiş bulundum. Maç sırasında çıktığım bir ribaunt mücadelesinde Cumhur ile havada tanıştık… Boyum O’ndan birkaç santim uzundu ve topu kesin alacak kadar iyi bir zamanlama ile sıçramıştım. Cumhur da bunu fark etmiş olsa gerek ki bana havadayken “Merhaba ben Cumhur” dedi… Dikkatim dağılınca da topu alıverdi…

Bugün bile komik geliyor!.. Sonrasında çok sıkı dost olduk. Şimdilerle ise az görüşüyoruz. Oysa iyi ve kıskanılan bir dostluğumuz vardı. Neredeyse yapışık ikiz gibi olmuştuk. Aynı şeylerden hoşlanıyor, aynı esprilere gülüyorduk… Ama şimdi birbirimizin kilolarından bile haberimiz yok.

Ne garip değil mi? Eskiden Cumhur’a “Baba 10 kişi sokakta beni kıstırdı, ellerinde de sopalar… Yardım et!” desem gözünü kırpmadan gelirdi. Geçenlerde “Eşimle ayrı yaşamaya karar verdik. Ev arıyorum!” diye telefon ettim, “Ben seni ararım abi” dedi ve son 6 aydır da aramasını bekliyorum. Bekliyorum, çünkü ararsa ancak içimdekileri kusabileceğim sanırım.

TDK sözlüklerinin yanında da Oxford sözlüklerim var. Onlar da bayağı kalın ama İngilizce-Türkçe… Zaten en üst rafta sadece sözlükler var. Alttaki raflar ilgilendiğim konular, sevdiğim yazarlar ve okuduktan sonra sevmediğim yazarların kitaplarıyla dolu. Özenle biriktirdim hepsini. Bir tek Montaigne’nin Denemeler kitabını çöpe atmıştım. Utanmıyorum ve pişman da değilim açıkçası. Bu kadar rezil bir yayıncılık anlayışı olabilir mi yahu? Başladım okumaya kitabı, nasıl da güzel yazmış. İlk öykü Rusya’da zenci bir uşağın gözünden zamanın Sovyetler Birliği’ni anlatıyor. 58 sayfa okudum. 59. sayfaya bir geçtim ki altında bir not: Yazar bu denemesini bitirememiştir diye… Bak şimdi bile bütün tüylerim diken diken oluyor. Adamlar bana bir kitap attırdılar resmen. O sinirle çöpü boylamış sevgili Montaigne. Yazık tabii… Can yayınlarını ne zaman dizmeye kalksam, iki haftaya kalmıyor karışıyor yerleri. Bak yine aynısı… Ese’den şu hastalığı hakkında detaylı bilgi almak gerek. Koca kitaplık ama düzen yok. Sadece 8 raf var üst üste… Sanırım bu yüzden biraz yüksek… Ya nasıl ulaşacağım ben buraya?

Şu koli bandı kitaplıkta da değil. Bitmediğine eminim ama nerede bakalım? Eriştiğim son yükseklikte, parmağımın ucuyla çeke çeke kenara getirsem, düşmeden yakalamayı başarsam? Yok, çok riskli… Kırılabilir… Aslında her şey beyaz ışıktan nefret etmem yüzünden. Tavanda çirkin bir flouresan ampul var. Onu kullanmayı sevmiyorum. Bu yüzden masa lambasının ampulünün watt’ını yükselttim ve odanın tamamını aydınlatabileceği tek yer olan kütüphanenin üzerine koydum. Şimdi ampul yandı ve değiştirmek lazım… Lambamı da çok severim. Düşüp kırılmasını göze alamayacağıma göre, koli bandını acilen bulmak lazım.

Öyle sıradan bir masa lambası değil bu lamba… Ya da görünüşü sıradan ama anlamı değil… Çok güzel bir kere… Yok lamba değil, lambayı alan… Esmerdi… Esmerleri çok seviyorum ama sadece bir sevgilim esmer oldu bugüne kadar. Bu bir çelişki sanırım. Ya da ben esmerlerin tipi olamıyorum. Ama O esmerdi. Çok güzel teni vardı. Kokusu da çok güzeldi. Sonra ne bileyim; dudakları, göğüsleri, uyuması, uyanamaması falan çok güzeldi. Sesi ahenkliydi. Bir akşam vakti bırakıp gitmişti beni… O an gidişi de güzeldi. Biraz daha kalsa, ikimizde de çirkinleşecekti her şey ve her yerimiz. Belki o zaman bu kadar uğraşmayacaktım bu lamba ile…

Yatağın üzerine oturup düşünmeye başlıyorum. Nerede acaba? Oğlum Serkan sen salaksın sanırım. Kitaplığın tam yanında yatağım. Gardırop koyacak yerim olmadığı için sandıklı bir baza almıştım. Kullanmadığım eşyalar ile mevsime göre giymediğim giysilerimi orada saklıyorum. Güzel de bir baza… Tekerlekli… İstediğim yere çekerken kolay oluyor. Odanın yerleri seramik yer karosu döşeli… Vileda gibi bir şey almıştım, halıdan hoşlanmadığım için. İki-üç günde bir siliyorum, tertemiz oluyor. Silerken bazayı da kimi zaman kütüphaneye, kimi zamanda masaya doğru çekiyorum, altını siliyorum. Masaya doğru çektiğinde sandalyeleri katlamak gerekiyor gerçi ama olsun. Sonra toz oluyor.

Koli bandını kesin bazanın içine koydum. Diğer aletler de orada çünkü. Çekiç, İngiliz anahtarı, kargaburun, pense, tornavida (hem düzü var hem de yıldızı), kontrol kalemi, vidalar, çiviler falan hepsi bir torbanın içinde… Koli bandı da orada olmalı.

Yok… Çıldıracağım… Ütü masası bile orada ama koli bandı yok. Aslında ütü masasının bazanın içinde olması –ki çamaşır kurutma askılığı da orada-, dışarıda durduğunda göz zevkimi bozmasından ötürü… Yeni bir eve taşındığınızda, o evin size ait olması için bazı düzenlemeler yapmak gerekiyor. Bunlar da genelde aksesuarlarla tamamlanıyor. İki resim, bir mantar pano (üstüne iliştirilmişlerle beraber) değiştirebiliyor mekanı… Benim de bu yeni mekanı “ben” ile doldurmak için elimde aksesuarlardan başka bir şey yok zaten. Sevdiğim ya da anısı var diye tuttuğum onca ıvır zıvırı yerleştirince, ütü masası da çamaşırlık da pek uyumsuz kaldılar açıkçası. Attım ben de bazanın içine… Zamanı gelince çıkarıyorum, sonra sanki cüzzamlıymışlar gibi tekrar bazaya… Şunları koyacak bir yer bulamadım mı? Bulamadım. Zaten ev dediğim yer bir oda... 125 metrekare kullanım alanlı bir yerden çıkıp bir odaya tıkışınca, kalmıyor işte yer. Bak nasıl oynadı sinirim yine… Bir bilgisayar masasının üzerinde monitör ile 37 ekran TV yan yana duruyor zaten… Mutfak desen ayak numaramdan küçük… Nereme sokacağım ütü masası ile çamaşırlığı? Kıç kadar evde koli bandını bile bulamıyorum. Bu koli bandı saplantısı da bana Ahmet’ten geçti. Adam bir koli bandı ile evde tamir edilecek her şeyi tamir etmeye çalışan saplantılı bir doktor…

Ben en son ne zaman kullandım bu bandı? Tabii… Çamaşır makinesinin hortumlarını bir arada tutmak için kullandım. Arkasında mı unuttum acaba? Evet! Buradasın işte… Hemen dergilerin altına koydum. Ortalamak lazım dergileri bu durumda. Biraz kayıyor ama uzandım işte… Aldım lambayı ve ampulü değiştirdim. Yaktım ışığı sonra… Sandalyeler rahatsız oluyor uzun okuma saatlerinde. Yatağın önüne çektim masayı. Kahvemi hazırladım ve okumaya başladım. Sarı ışık gibisi yok.

06/03/2005

Thursday, March 4, 2010

SİNEMATV MART - NİSAN 2010 FİLMLERİ

 
Derkenar bey'e kapak olması için post ediyorum.
Buyrun Derkenar bey'cim.
Sadece DSmart'ta değil Dijital Kablo TV Teledünya'da da mevcudiyetimiz vardır.

DİJİ FOTOĞRAF SEVDASIDIR GİDİYOR MEMLEKETİMDE...

Bu başlığı bilerek provake amaçlı ekledim.Derkenar bey'in konuyla ilgili diyeceği varmış ki kendisi bu konuda çok haklı:
Der ki:

Lan yeter bu herifin ( m. Turgut) delilik, cildirma temalı ve HDR'ye boğulmuş portre çalısmaları . Herif kimi çekse aynı çıkartıyor. Makinasında da otomotik hdr efekt mı vardır nedir, herifin düz bir fotografını görmedim. 

Fotokritikteki ilk zamanlarında karı kaldircam ayağına iyiydi çalısmaları ama hakkaten bikkinlik verdi

Memlekette fotograf dergisi 3-5bin tirajı gecemezken, iz dergisini her yerde bulamazken hele bir de adını unuttuğum çok iyi bir fotograf dergisinin kapandığını dusunup sonra da bu herifin popülist dergisini görünce çıldırıyorum

Siktirsin gitsin geldigi yere Ankara'ya, liseli  gotik kızlara kamera sattığı zamanlara donsun!

Memleketteki fotograf cekme merakililarinin dortte biri okuma meraklisi olsaydi bu (fotograf dergileri) dergiler bok satardi. S. Kalfagilin meshur kompozisyon kitabi onlarca baski yapardi, nazif topcuoglu tartisilirdi sozlukte ve internette

Bence ilkogretim zorunlu olmamali. Birakalim isteyrn okusun, isteneyen takilsin kafasina gore. Yoksa daha cok hobileri arasinda okumayi belirten nesiller yetisir.

Okuyacan tabi eşşoğluueşşek

dedi..
konuyla ilintili çorbacılar photoshop'u kıvırınca alem dijital artist kesiliyor..bu mudur şimdi olay ?

Wednesday, March 3, 2010

Başın sağ olsun Sezyum

Yazılarını türlü şekilde takip ettiğim, ne varki tanışamadığım Kaan Sezyum.
En kıymetlini kaybettin, dik durma gücünü şimdi kullan.
Acını paylaşıyorum.

Monday, March 1, 2010

Her aşk kendi hikayesini yazar...

Astrolojiyle aram olmasa da okuyup yan cebime koyabiliyorum.Bazen okuduklarım ister istemez dikkatimi çekiyor.
En enteresanı da bugün kendime ait aylık yorumu okurken oldu..
Her aşk kendi hikayesini yazarmış..Kalp atışlarımı hızlandıran bir durum bu.
Hoş hikayem hikayelikten çıktı roman oldu yakında edebiyat nobeline aday olacağım :))))
Her sayfam kendi hikayesini yarattı, her baskı daha baskın çıktı..her karakter kendi rolünü oynadı ve ayrıldı..
halbuki hikaye'nin 2 tane karakteri vardı..onlar sahi hala duruyor mu acaba..
biri benim zaten..ya sen ?

Hükmün cebindedir

ne kadar adam olduğun cebindeki para ile ölçülür
ya ne kadar sevildiğin? ne kadar önemli olduğun?

ben mesela bugün bir ilişkinin daha çöpe gitmesi için atılan adıma, aynı adım ile karşılık verdim
kendimi ve adımı attıranı tebrik ediyorum
her türlü kişisel hırs benim önümde imiş
ne güzel oldu öğrendiğim...

15 ha?

Dün, bir yandan koltukta boş boş yatıp bir yandan hayat muhasebesi yapıp uyuklar iken fark ettim.
Eğer evlendiğimde, korkmayıp doğursa idim, bugün benim 15 yaşında bir çocuğum olacak idi.
15 yaşında bir kız ya da erkek çocuk...

16 senelik evli olacaktım. 55 yaşında bir kocam olacaktı.

epey evirdim çevirdim kafamda, belki yine boşanmış olurdum.
ama yorulduğumu hissetmezdim, hissetsem dahi bunun beni etkilemesine izin vermezdim.
Elimde bir hayat olurdu, bir sorumluluk.
bugün beni üzen milyon şey, aklımdan bile geçmezdi; güler geçerdim hepsine.