Saturday, October 3, 2009

Seretonin mucizesi mi?

Güzel kalktım bu sabah... Kalkar kalkmaz Vivaldi Dört Mevsim dinlemeye başladım. Akşama kadar da dinlemeye karar verdim. 4 saatlik uykunun hep yetebilyor olması ne ilginç... İnsan vücudu; seretonini en çok 02:00 ile 06:00 arasında salgılarmış. Bu zaman diliminin tam ortasında uyudum. Bugün, rutin yoğunluğun bitip, kısa süreli rehavetin başlayacağı gün. Kayıtlara geçsin diye söylüyorum: bugün ilginç bir gün olacak. Bir şey olacak illa ki... Bekliyorum. Ama iyi bir şey...

Böyle lay lay lom değilim gerçi. Ama güzel kalktım bu sabah. Umarım güzel gider. Umarım, umduğum gibi olur. Haftasonu keyfi yaşamak gerek artık. Sıkıldım dört duvar arası muhabbetlerden. İçesim var, param kalmamış. Ama en azından bir dolaşmak iyi gelir akşam vakti. Bir de günü güzel kapatmak lazım.

Ey varlığından ve konumundan haberi olmayan sevgili... Sana da ulaşmaya karar verdim. Dedim ya, güzel kalktım bu sabah. Börtü böcek, kuş falan... Ayaklar tekrar yere basmadan, acil iyi bir şeyler yapmak lazım. Sonra olmuyor.

Thursday, October 1, 2009

All About...

Hepsi krem bakarken geldi aklıma, all about eyes.
Kalktım aynaya gittim, başımda hala aynı çatlatan ağrı.
Gözlerime saplanan mızraklar, kafamın içini kemiren ağrı.

Aynada baktım dikkatlice, bir kaç kez gözlerime bakışım çok aklıma yer etmiştir.

Birinde ne kadar mutlu olduğumu görmüştüm
Birinde gözümdeki ferin ne kadar söndüğünü
Birinde o ışığın yine yandığını
Birinde ağlarken gözümün masumluğunu, ki son ağlayışlarımdan biridir
Birinde tüm yaşananların ağırlığını
Birinde ümitsizliği
Birinde özlemeyi

Bu gece karışıktı, özlem, huzur, ümit...
Gözlerim hiç saklamadı içimden geçeni, istediğim kadar poker face yapayım, saklanmak istediğimde göz temasından kaçarım; aksi halde açık kitabım... Okuma bilmeye bile gerek yok bu kitabı. Apaçık işte...

Etrafındaki çizgiler uzun zamandır aynı, evet krem desteği, maskeler, nemler gerekiyor artık ama sevindiğim içinin beslenmesi. Gözün içine ne tıp ne kozmetik henüz çare bulamadı. Besini farklı...

Ne yazık o besini kaybedenlere... bir kez o kaynağı kuruttunuz mu ancak ölüm paklıyor sizi. ölümü beklemek, düşlemek dışında bir şey kalmıyor. Ne yazık, ne acı...


Wednesday, September 30, 2009

Gerisi gelir

Emek ister arkadaşlık, dostluk; adına ne derseniz o işte... Gün içi koşturmacaları insanları uzaklaştıradursun... Bir doğum, bir düğün, bir ölüm... Bu zamanlarda yanında olamıyorsak, ne anlamı kalır sair zamanların? Dünden esinlenmeli düştü aklıma... Kilometre taşları çok önemli. Değer verilenlerin hayatındaki bu değişimlerin yeri çok önemli. Kısıtlı zamanlardan, telaşlı hayatlarımızdan; değerli dediklerimiz için bu özel durumlara zaman yaratmak çok önemli... Gerisi her şekilde gelir nasıl olsa!..

Tuesday, September 29, 2009

Güya Gündem

bir şekilde taciz ve seks ne kadar gözümüzün içine içine sokuluyor...
ne tuhaf ki, gerçek bir çürüme varmış gibi değil, gözümüzün içine içine; seksin ne kadar kötü ve zararlı olduğu iyice kanırta kanırta
Huylanıyorum hali ile
Öncelikle güvenmediğimden, huzur duymadığımdan, benim diyemediğimden
Yeni değil gerçi bunu diyemeyiş, çokkk uzun zamandır böyle.

bir umut yeşerir gibi iken Deniz Abi, kendisi için iyi, ülke için yine yine yeniden en kötü hamleyi yaptı. belki ilk 2-3 sene zor geçecekti ama derdimiz ekonomi ile sınırlı kalacaktı belki.

yeniden bir ışık var. çok çok beğendiğim, aman kurtuluşumuz dediğim değil. yinede bir umut, bir renk, bir nefes, burada bitmez bu hikaye dedirten...

gözümüze fazla ne sokulsa, ürpermeden mantık ile bakabilmeyi özledim
daha az bilinçli olmayı
koyun olmayı
üzerinde ısrarla durulan konularda aklı selim çözümleri bekleyebilmeyi özledim
çocukların mantığa yaraşır şekilde eğitilebildiği, 2 ileri 2 geri adımların atılmayacağı günleri özledim

........ acaba???

Monday, September 28, 2009

Yayına Hazır Bir Kitabın Girişi

Sokaklar aynı...

Tanımadığım bir kasabanın sokaklarında rast gele dolaşıyorum. Yön çizmeden kendime, herhangi bir amaç koymadan, sürekli sapıyorum karşıma çıkan ilk sokağa; sağa ya da sola aldırmadan. Sonuçta sürekli o ilk caddeye çıkıyorum döne dolaşa ve nedense, bu tip kasabalarda adet olduğu üzere konuşlandırılmış çıkmaz sokaklardan hiç birine çıkmıyor yolum... Hoş zaten bu çıkmaz sokaklara girsem de çıkmayacak yolum...

Bu kasabada; herhangi bir köşe başından çıkıp da beni şaşırtacak bir tanıdık, kesinlikle yaşamıyor.

Girdiğim her sokakta, kasabanın aksine tanıdık bir rüzgar esiyor. Her iki yana sıralanmış; dış yüzleri yoksul ve genellikle iki-üç katlı eski taş evler, nasıl bu kadar tanıdık gelebilir ki bana? Sarı ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, yer yer çatlamış ve dökülmüş sıvaları ile bu evler, ne zaman yerleşti bana? Nerede?

Ve sen!.. İstanbul’un çok katlı, bakımlı bahçeli, otoparklı, çift asansörlü, site içinde yer alan bedeninle; nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin bu köhne yapıların herhangi birinin kapısından? Bu kadar mı aynı bu sokaklar?

Pencereler aynı...

Ferforje cumbalarının iç tarafında Vita kutuları içinde boy veren hercai menekşeler arasında yürüyorum. Her biri renk renk gibi... Her biri güzel gibi... Ama yakından baktığında çatık kaşlı ve saldırgan bir hayvanın yüzünü andıran çiçekleri ile ne denli dost bu pencereler bana?

Her saksının arkasında, yaşı değişken ancak bakışlarının anlamı aynı kadınlar taşıyor sokağa. Hayırsız kocalarından, ilk aşklarından, emekli maaşlarının farklarından, çocuklarının yaramazlıklarından ve bir de günün ilahı pop starlarından, mankenlerden konuşuyorlar, çamaşırlarını asarken ya da toplarken... Birbirlerine kahve randevuları veriliyor; “Kız Ayşe; Canan Teyzenle ikimize kahve yap, hayırsız. Bütün gün ne anlıyor televizyondan, radyodan bilmiyorum. Evde kalacak bu benim başıma Canan.”, “Ayol, bi rahat bırakmadınız ki kızı! Bu zamanda evde oturarak koca bulunur mu kuzum!” replikleri arasında...

Yer yer su birikintisi oluşmuş Arnavut kaldırımı sokaklarda ya bir makrome içindeki menekşenin ya da evden bulabileceği en iyi kısmeti o sokaktan geçmek zorunda olan kızların arasından geçerken; nasıl da tanıdık geliyor; bu binlerce umudu barındıran umutsuz pencereler...

Ve sen!.. Suları alt pencereye aktığı için pen pencerelerinin dış kısmında çiçek barındıramayan, camdan cama haberleşilemeyen, iki kat aşağıdaki komşudan cep telefonu ile randevu alınan pencerelerin arkasındayken; nasıl da ardında gibi görünebiliyorsun bu umutsuzluğun? Nasıl görünebiliyorsun?


Bakkallar aynı...

Önündeki meyve ve sebze sandıkları ile önce manav havası veren, içine girince aspirinden mandala kadar her şeyi bulabildiğim bakkallardan, burada her sokakta bir tane var.

İsmail Efendi; sepetle sarkıtılan siparişleri sahiplerine ulaştırırken, nasıl aklında tutabiliyor kimin veresiye defterine ne kadar işleyeceğini? Her evin alışkanlığını, alacaklarını önceden biliyor olmaktan mı kaynaklanıyor, “mahalle bakkalı” ünvanı? Biraz eski kaşar alındığında, veresiye defterindeki kabarık faturayı hatırlatmak için bekleyen İsmail Efendi; kendi mahallesinden hiç eski kaşar siparişi alamıyor oysa... Başka mahalleden küçük çocuklar; nefes nefese girip dükkanına, alıyorlar eski kaşarları... Bu mahallenin eski kaşar ihtiyacını da öteki bakkallar karşılıyor elbette. Bu iki yüzlü ilişki; her geçen gün daha da kemikleşerek sürüyor mahalle ile bakkalı arasında. Her gün. Her gün. Her gün.

Tezgah altında; evin erkeklerinin kırk yılda bir yapacakları alışverişlerde, rakının yanına özenle seçilerek getirtilmiş beyaz peynirlerin, zam gelecek sigaraların, poşetli dergilerin yer aldığı bu bakkallar, ne kadar da benziyor; artık her biri en az süper market kimliğine bürünen İstanbul bakkallarına...

Ve sen!.. Nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin, utandığı için gazete kağıdına sardırarak aldığın kadın pedlerinle, koşar adım evine gitmeye çalışarak bu bakkaldan? İsmail Efendi ile arandaki bu küçük sır, “doktordan utanılmaz” kimliğini yakıştırdığın İsmail Efendi tiplemesi; nasıl yakın olabilir ki marketlerin raflarında bin bir çeşidini arkadaşlarınla tartışarak seçebilen sana? Bu kadar mı aynısın; pencere önü umutsuzluğuyla?

Yasaklar aynı...

Gözlerim nedense kendiliğinden yere iniyor; camın ardındaki yüz, genç bir kadına ait ise. İçimde sanki “yanlış yapmışım” duygusu ile karışık suçluluğu neden hissediyorum ki, genç kadın yüzlerinin hiç biri ile ilgim yokken? Karşı yüzlerde de ilgilenmiyormuş, baktığım için terbiyesizmişim ifadesini alıyor olmamın nedeni ne olabilir; kesiştiğimiz tek nokta aynı sokakta bulunmamızken sadece? Üstelik ben bir yolcuyum, geçip gideceğim bu sokaktan. Çıkacağım.

Ben; o solgun, sıvası dökük, dış yüzü yoksul komşu evlerden birinde oturmuyorum ki. Yine de bakılamaz işte. Yolcuysan yolculuğunu bil. Oyalama kimseyi. Geldiğin gibi sessizce gitmek üzere, yazılı olmayan bir anlaşmaya uymayı kabul ettin, daha bu sokağın başındayken. O halde uyacaksın kurallara... Komşu oğlanların tekerine çomak sokmadan, o sokaktan geçecek bir kısmet olmadan, annelerin saçından tutup içeri çekmelerine neden olmadan bu genç yüzleri, usulca gitmeliyim.

Ve sen!.. Hiçbiri sen olamıyor bakmayınca. Ama sanki her biri de sen olacak gibi bakar bakmaz. Ben bu sokaktan geçerek kısmetin olmaya çalışırken, sen nasıl benzeyebilirsin ki bu genç yüzlere? Günün her hangi bir saatinde istediğin tanıdığınla buluşabilen, iki çift laf edebilen, karşılıklı nestcafé içebilen, yemeğe ve dansa gidebilen sen; nasıl bu denli aynı olabilirsin ki, odadan odaya geçerken bile üzerinde bir çift ebeveyn gözü taşıyan cumba kızlarıyla?

Denizler farklı...

Ege’nin hırçın ve hoyrat tavırları, geldiğim denizin çok uzağında... Üzerindeki balıkçı tekneleri ile yazın turistlere ada turları yaptıracak olan “iç güveysinden hallice” gezi teknelerini, huysuz bir kedi gibi üstünden atmaya çalışan Ege; izlemek için bile fazla yorucu ve düzensiz kimliği ile akıyor önümde. Kıyıyı döven dalgaları, zaman zaman üstümü ıslatıyor. Sabahın bu erken saatinde; bu kasabaya geliş nedenimi üstüme kusan bu deniz, nasıl da farklı Marmara’dan.

İşte bu hırçın denizin sakladığı yılgın kasabada; daha gideceğim yere gitmeden –gitmeye güç bulamadan- sokak sokak dolaşmamın tüm nedenlerini; yumuşaklıktan ve duyarlılıktan yoksun tavrı ile nasıl da yüzüme vuruyor. Nasıl da beynimi kemirmeye başladı; bir gece önce apar topar aldığım otobüs bileti ile bu kasabaya çıkan yolculuğumun başlama nedeni.

Ve sen!.. Ne kadar da aynısın bu nedenimle...

Çok Üzülüyorum

Bazen kesin hükmediyorum salak olduğuma.
Dünyanın en bilen insanlarından değilim, kendimi tanımlayacağım kelime asla entelektüel olmaz, ama cahil demekte haksızlık olur bana.
Limitlerimi bilirim.
En çok bilmeden bildiğimi zannetmekten korkarım. Fikri savunmak ile bilimsel bir gerçeği savunmak arasındaki farkı çok şükür biliyorum. bir de susmam gereken zamanı biliyorum.

Ama benim canım arkadaşlarım, bildikleri konuları kime aktardıklarını hala anlamadıklarında bildiğiniz üzüntüyü kemiklerime kadar hissediyorum.
Ah be canım arkadaşım, senin anlattığın kara cahil. Erkekler mars, kadın venüsün ötesine gidememiş, gidemediği gibi rahatça bilimsel çalışmada uyduruverir sana.
Israr ile herkes eşitmiş gibi davranıyorsun, değil güzel arkadaşım herkes eşit. Her üniversite bitiren eşekliğini bırakmıyor bahçede. Bırakmadığı gibi rahatça aha da ben oldum diyor. Hem oldum diyor, hem benden başkası da bilemez diyor.
Kime anlatmaların güzelim benim? İnanıyor musun herkesin öğrenmeye açık olduğuna?
bilimden anladıkları nedir hala bilmiyor musun?
Ah be güzel arkadaşım, boşa kürek çekmeler için var mı vaktimiz?

Sunday, September 27, 2009

Sevgili Günlük

- çok bozuldum button 5. olunca, hoşlanmıyorum
- Tekirdağ'da sübyan koğuşunda tecavüz ettiler ya çocuklara, ona da kılım. İçimdeki canavar salıyor kendini ortaya
- PMS bir cinnet hali, insanın nasıl bir deli olduğunu görüp kendini durduramaması pek feci
- Dondurma yemenin kıymetli olduğu yaşlar var ya, pek güzeldi. En son Poyrazköy'de güzeldi dondurma yemek.
- Çok güzel köfte ekmek yedim ben bugün, sosu mmmmm idi. Canıma değsin, hepsi tuzsuz idi.
- Sabah 6'da kalkmak lazım, bahane ile evi toplarım biraz, saçımı sararım, sonra 9a beş kala çıkar işe giderim.
- Perşembe günü ilk maaşımı alacağım ya, pek heyecanlıyım
- Evde tereyağ yapmaya karar verdim, denemek lazım, mandıracı dedenin kemiklerini sızlatırcasına. Keşke satılmasa idi oralar, belki şimdi çiftlik kadını olur idim.
- Uruk'un çiçek hala yaşıyor, kendimi aştım. Maaşımı alınca ona bir saksı alacağım. Sulamayı nasılsa unutmuyorum.
- Yatağa baza almak lazım. Nasılsa kıracağız yine, ucuz nerde buluruz ki?
- İncecik, çıtır çıtır pizza istiyorum. Üstünde bol taze roka ile, mis gibi zeytinyağı son dakika da. Hatta Güney İtalya'da ki gibi içine acı biber attığım zeytinyağım olsun.

Bu kadar şimdilik