Monday, September 28, 2009

Yayına Hazır Bir Kitabın Girişi

Sokaklar aynı...

Tanımadığım bir kasabanın sokaklarında rast gele dolaşıyorum. Yön çizmeden kendime, herhangi bir amaç koymadan, sürekli sapıyorum karşıma çıkan ilk sokağa; sağa ya da sola aldırmadan. Sonuçta sürekli o ilk caddeye çıkıyorum döne dolaşa ve nedense, bu tip kasabalarda adet olduğu üzere konuşlandırılmış çıkmaz sokaklardan hiç birine çıkmıyor yolum... Hoş zaten bu çıkmaz sokaklara girsem de çıkmayacak yolum...

Bu kasabada; herhangi bir köşe başından çıkıp da beni şaşırtacak bir tanıdık, kesinlikle yaşamıyor.

Girdiğim her sokakta, kasabanın aksine tanıdık bir rüzgar esiyor. Her iki yana sıralanmış; dış yüzleri yoksul ve genellikle iki-üç katlı eski taş evler, nasıl bu kadar tanıdık gelebilir ki bana? Sarı ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, yer yer çatlamış ve dökülmüş sıvaları ile bu evler, ne zaman yerleşti bana? Nerede?

Ve sen!.. İstanbul’un çok katlı, bakımlı bahçeli, otoparklı, çift asansörlü, site içinde yer alan bedeninle; nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin bu köhne yapıların herhangi birinin kapısından? Bu kadar mı aynı bu sokaklar?

Pencereler aynı...

Ferforje cumbalarının iç tarafında Vita kutuları içinde boy veren hercai menekşeler arasında yürüyorum. Her biri renk renk gibi... Her biri güzel gibi... Ama yakından baktığında çatık kaşlı ve saldırgan bir hayvanın yüzünü andıran çiçekleri ile ne denli dost bu pencereler bana?

Her saksının arkasında, yaşı değişken ancak bakışlarının anlamı aynı kadınlar taşıyor sokağa. Hayırsız kocalarından, ilk aşklarından, emekli maaşlarının farklarından, çocuklarının yaramazlıklarından ve bir de günün ilahı pop starlarından, mankenlerden konuşuyorlar, çamaşırlarını asarken ya da toplarken... Birbirlerine kahve randevuları veriliyor; “Kız Ayşe; Canan Teyzenle ikimize kahve yap, hayırsız. Bütün gün ne anlıyor televizyondan, radyodan bilmiyorum. Evde kalacak bu benim başıma Canan.”, “Ayol, bi rahat bırakmadınız ki kızı! Bu zamanda evde oturarak koca bulunur mu kuzum!” replikleri arasında...

Yer yer su birikintisi oluşmuş Arnavut kaldırımı sokaklarda ya bir makrome içindeki menekşenin ya da evden bulabileceği en iyi kısmeti o sokaktan geçmek zorunda olan kızların arasından geçerken; nasıl da tanıdık geliyor; bu binlerce umudu barındıran umutsuz pencereler...

Ve sen!.. Suları alt pencereye aktığı için pen pencerelerinin dış kısmında çiçek barındıramayan, camdan cama haberleşilemeyen, iki kat aşağıdaki komşudan cep telefonu ile randevu alınan pencerelerin arkasındayken; nasıl da ardında gibi görünebiliyorsun bu umutsuzluğun? Nasıl görünebiliyorsun?


Bakkallar aynı...

Önündeki meyve ve sebze sandıkları ile önce manav havası veren, içine girince aspirinden mandala kadar her şeyi bulabildiğim bakkallardan, burada her sokakta bir tane var.

İsmail Efendi; sepetle sarkıtılan siparişleri sahiplerine ulaştırırken, nasıl aklında tutabiliyor kimin veresiye defterine ne kadar işleyeceğini? Her evin alışkanlığını, alacaklarını önceden biliyor olmaktan mı kaynaklanıyor, “mahalle bakkalı” ünvanı? Biraz eski kaşar alındığında, veresiye defterindeki kabarık faturayı hatırlatmak için bekleyen İsmail Efendi; kendi mahallesinden hiç eski kaşar siparişi alamıyor oysa... Başka mahalleden küçük çocuklar; nefes nefese girip dükkanına, alıyorlar eski kaşarları... Bu mahallenin eski kaşar ihtiyacını da öteki bakkallar karşılıyor elbette. Bu iki yüzlü ilişki; her geçen gün daha da kemikleşerek sürüyor mahalle ile bakkalı arasında. Her gün. Her gün. Her gün.

Tezgah altında; evin erkeklerinin kırk yılda bir yapacakları alışverişlerde, rakının yanına özenle seçilerek getirtilmiş beyaz peynirlerin, zam gelecek sigaraların, poşetli dergilerin yer aldığı bu bakkallar, ne kadar da benziyor; artık her biri en az süper market kimliğine bürünen İstanbul bakkallarına...

Ve sen!.. Nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin, utandığı için gazete kağıdına sardırarak aldığın kadın pedlerinle, koşar adım evine gitmeye çalışarak bu bakkaldan? İsmail Efendi ile arandaki bu küçük sır, “doktordan utanılmaz” kimliğini yakıştırdığın İsmail Efendi tiplemesi; nasıl yakın olabilir ki marketlerin raflarında bin bir çeşidini arkadaşlarınla tartışarak seçebilen sana? Bu kadar mı aynısın; pencere önü umutsuzluğuyla?

Yasaklar aynı...

Gözlerim nedense kendiliğinden yere iniyor; camın ardındaki yüz, genç bir kadına ait ise. İçimde sanki “yanlış yapmışım” duygusu ile karışık suçluluğu neden hissediyorum ki, genç kadın yüzlerinin hiç biri ile ilgim yokken? Karşı yüzlerde de ilgilenmiyormuş, baktığım için terbiyesizmişim ifadesini alıyor olmamın nedeni ne olabilir; kesiştiğimiz tek nokta aynı sokakta bulunmamızken sadece? Üstelik ben bir yolcuyum, geçip gideceğim bu sokaktan. Çıkacağım.

Ben; o solgun, sıvası dökük, dış yüzü yoksul komşu evlerden birinde oturmuyorum ki. Yine de bakılamaz işte. Yolcuysan yolculuğunu bil. Oyalama kimseyi. Geldiğin gibi sessizce gitmek üzere, yazılı olmayan bir anlaşmaya uymayı kabul ettin, daha bu sokağın başındayken. O halde uyacaksın kurallara... Komşu oğlanların tekerine çomak sokmadan, o sokaktan geçecek bir kısmet olmadan, annelerin saçından tutup içeri çekmelerine neden olmadan bu genç yüzleri, usulca gitmeliyim.

Ve sen!.. Hiçbiri sen olamıyor bakmayınca. Ama sanki her biri de sen olacak gibi bakar bakmaz. Ben bu sokaktan geçerek kısmetin olmaya çalışırken, sen nasıl benzeyebilirsin ki bu genç yüzlere? Günün her hangi bir saatinde istediğin tanıdığınla buluşabilen, iki çift laf edebilen, karşılıklı nestcafé içebilen, yemeğe ve dansa gidebilen sen; nasıl bu denli aynı olabilirsin ki, odadan odaya geçerken bile üzerinde bir çift ebeveyn gözü taşıyan cumba kızlarıyla?

Denizler farklı...

Ege’nin hırçın ve hoyrat tavırları, geldiğim denizin çok uzağında... Üzerindeki balıkçı tekneleri ile yazın turistlere ada turları yaptıracak olan “iç güveysinden hallice” gezi teknelerini, huysuz bir kedi gibi üstünden atmaya çalışan Ege; izlemek için bile fazla yorucu ve düzensiz kimliği ile akıyor önümde. Kıyıyı döven dalgaları, zaman zaman üstümü ıslatıyor. Sabahın bu erken saatinde; bu kasabaya geliş nedenimi üstüme kusan bu deniz, nasıl da farklı Marmara’dan.

İşte bu hırçın denizin sakladığı yılgın kasabada; daha gideceğim yere gitmeden –gitmeye güç bulamadan- sokak sokak dolaşmamın tüm nedenlerini; yumuşaklıktan ve duyarlılıktan yoksun tavrı ile nasıl da yüzüme vuruyor. Nasıl da beynimi kemirmeye başladı; bir gece önce apar topar aldığım otobüs bileti ile bu kasabaya çıkan yolculuğumun başlama nedeni.

Ve sen!.. Ne kadar da aynısın bu nedenimle...

1 comment: