Friday, August 6, 2010

Son çemkirmeler bu binaya

Hey yumurtaya can veren rabbim

Hava sıcaklığı bugün aldı başını gitti ya
her yer kaynıyor malum
azıcık aklı başında olan serinde yaşama şansı varsa kaçırır mı?
bu binada kaçırır evet

adamlar her odaya klima koymuşlar
kimseye aman açma, elektrik vs vs denmiyor
her şey serbest
ama cin yavrusu adam tüm gün direkt güneş alan penceresini açmış, içeriye deli gibi güneş giriyor
ve nerden bulduğu belli olmayan bir pervaneyi döndürüyor
ölecek farkında değil
terden gömleği sırılsıklam

türksen teknolojyi red edeceksin!!!!

Zor gün

zor gün bugün...
aylar sonra, nerede ise unutulmuş bir yüze bakılacak
söylenenler ilgi ile dinlenir gözükülecek
sorular sorulacak sanki çok ilgilenirmişim gibi, sanki bir anlamı varmış gibi
pazarlıklar edilecek
bugün küçümsediğim, iğrendiğim neler varsa hepsi olacağım ben
bir kez değil, her gün düzenle böyle olacağım bundan sonra
paravanı olacağım birinin

o bilmiyorum sanacak paravan olduğumu
aptal taklidi yapacağım hep

beni yaralayıp üzecek her ne varsa, başkasına emanet etmiştim.
daha fazlası gelmez başkalarından. bıçak sokulup çevrilmiş zaten, daha kim ne yapar ki? yapsalar bile, vucut tek acıyı hisseder, üzerine çıkacak acıyı yaratabilecek kim var ki?

Altına saklanılan bir yeşil örtü vardı, ben gelen dek kim bilir kimler yatmıştı altında. Rivayeti oydu ki sadece üzülünce girilirmiş altına. Oysa ilk gece 1 saatlik uykuma örtü olmuştu, deli dolu yasak ama güzeller güzeli bir gecenin sonuna. Sonra tv karşısında beraber girildi altına, sevişmeler başladı üstünde, konuşuldu, her şeye tanık oldu. Sonra alıp tek başına altında kalır oldu. en son bana verdi, yalnız kalmazsın diye, altında sen üzülürsün artık diye.
Katladım koydum kenara, çıkarken evde benim yanımda olmayacak olan örtüyü.

Bir kuzum var benim her şeyin güzel olduğu günlerde bana gelen, yokluğunda kolumun altından ayırmadığım kuzu. Ağlayacak yere ihtiyacım yok ki benim. Ola ki bir gün biri seni seviyorum derse, bakıp yalanlığını bana hatırlatacak bir işarete ihtiyacım var sadece. Kuzuya her bakışımda sadece aklım başıma gelecek; sevilmeye bir daha inanırsam başıma gelecekleri hatırlatacak bana, güvenirsem başıma gelecekleri hatırlatacak, biri ile güzel bir şey hayal edersem başıma gelecekleri hatırlatacak tekrar tekrar, kendini açmanın sonunu hatırlatacak bana, zamansız sandıklarımın ömrünü kafama vura vura anlatacak, bir daha asla hiç bir omuza yatmamayı hatırlatacak, her 8 mart kadınlar gününde enayiliğimi, aptallığımı, saflığımı, cahilliğimi hatırlatacak bana, yüzümün en fazla 14 ay gülebileceğini hatırlatacak.

Sanmayın ki daha uzun süre bu konuda konuşacağım ya da aklımı meşgul edeceğim.
bir kaç kez daha kusacağım ve sonra hepsi bitecek. Sadece bu kez acımın üzerini örtmüyorum, 9 gün daha...
Sonra vakit kalmayacak eskisi gibi




Kimdim ben sahi? 2

bu döndü durdu yazarken

Sahtenin anlasilmasinin guc oldugu tek sey iliskilerdir, sevgili gibi durulur, kari-koca gibi yapilir, ne hos bir cift diye bakilir...
Arada suskunluklar-kopukluklar-kimsenin anlayamadigi irakliklar vardir...
Ama onu yazmak benim ustume vazife degil tabii... Yasayanin kendi bilecegi istir...

Dün dedim ya, ben iyi eş, iyi sevgili olamadım hiç diye...
Önce biraz düşündüm, yok be belki şanssızlıktır dedim. Ama şansızlıklar bir kaç kez olur, süre gelen durumlar sizde hata olduğunu gösterir.

Bu yaşa gelip hala çözemediğim tek şey bu sanırım :)
Çözecek zekam da yok galiba, o yüzden salıyorum çayıra bu durumu.

Beraber ölürüz biz bu adamla diye düşündüğüm günü hatırlıyorum, doğum günümdü, bir önceki doğum günümde yaşadıklarımın aksine sarılıp sarmalanmıştım, iliklerime kadar oh be seviliyorum ve çok seviyorum diyordum. Mumu üflerken tek dileğim ölene dek yan yana olalımdı.

Senelerce her şeyimi kedi boku gibi saklayan ben, ne çok şeyi söylüyorum bu aralar. Eskiden konuşmazdım çünkü hem yaramı göstermeyi zayıflık sayardım, hem kimseyi sıkmak istemezdim, hem de kimseye koz vermemek için dikkatli olurdum. Kırılacak bir şey kalmayınca çenesi düşüyormuş insanın, gücün sınırlarını bilince insan sınırsızlaşıyormuş. Ne kimin beni nasıl değerlendirdiği önemli artık, ne de küçümsemeler. Korkunun bittiği an, hiç bir şey kalmıyor geride. Ne çıplaklık sorun oluyor, ne kalkansızlık.

Şubat'tan beri değişti her şey. Bir sürü bahane buldum idare edecek. Sorulara cevap alamadım, konuşuldu, konuşulmadı değil. Gerçeği duyduğunuzda iliklerinize kadar hissedersiniz. Acaba şu da mı var diye düşünmenize bile gerek kalmaz. Sadece kabul dersiniz, üzülürsünüz, ağlarsınız, ama neden diye düşünemezsiniz. En fazla keşke şunu da yapsaydım yada şunu yapmasaydım keşkeler geçer aklınızdan.

Ben şu an nedenler arıyorum. Yaş farkı? Önceden evli olmak? Geçmiş? Çocuk istemiş olmak? Fazla mı konuştum? Az mı konuştum? Acaba başkasını mı seviyordu? Acaba hiç mi sevmedi? Çok mu yük oldum? Az şey mi istedim? Az mı verdim kendimi? Çok mu verdim kendimi?

Bunları yazarken kendime acıdığımı sanmayın. Ya da kendimi tükettiğimi. sistemimden atmam gerekiyor bunları, aklımda dönüp durmamalılar. 28 yaşında değilim artık. 35 bile değilim, yolun yarısını geçeli oldu epey. Bu yüklerle devam edemem artık. Taşıyamam her şeyi üzerimde. gücümü başka şeylere kullanmam gerekiyor. Çarşamba günü olduğu gibi manikür yaptırırken bayılamam mesela bir daha, ya da gece yarıları yükselen tansiyonlarla uyanamam.

Sorulardan en çok kafama takılanı acaba çocuk istediğim için mi gitti oldu.
Evet onunla bir çocuğumuz olsun çok istedim ve istediğimi söyledim. Bugünlerin geleceğini bilsem, yine söylerdim. Çünkü bizim yapmamızın çok doğru olduğunu hala düşünüyorum. Ben bunu hiç istemiyorum deseydi, sadece peki derdim, çünkü çocuğu istediğim kadar bu adamı sevdim ben. Onunla her türlü yaşam benim için güzeldi.

Pişman mıyım?
Değilim aslında. Sadece ilk işaretleri gördüğümde edebimle allahaısmarladık desem belki daha iyi olurdu.

Mesela aynı evde yaşadığın adam, anne ve babası ziyarete geldiğinde aman evde olma eşyalarını kaldır dediğinde, onların seni görmesini istemediğinde.
Mesela artık yatakta değil, sadece salonda yatmaya başladığında.
Mesela seni dinlemediğini gözlerinde gördüğünde.
Mesela gitmek için plan yaptığınız tatili hiç ağzına almamaya başladığında ve vakit geçince de beni takip etmemekle suçladığında.
Mesela babalar gününde benimle babama gelmesini istediğimde, bana emri vaki yapıyorsun diye sesini yükselttiğinde.
Mesela 1,5 senedir aynı evde yaşarken eve tek bir arkadaşını bile çağırmamasının nedenini kendi kendime bulmaya çalıştığımda.
Mesela çok çalışmanın, çok seyahat etmenin her şeyin cevabı olmadığını bildiğim halde soru sormaya korktuğumda.
Mesela daha Haziran'da adım sevgili olarak geçerken, haziranın sonuna doğru co-sahip demesi
Mesela seni özledim diye sarıldığında bulduğum taş
Mesela wall'ı bana kapanan bir facebook...

Kendime korkmadan, bir çırpıda söylemem gerekenler var.

Ben bu adamca bir ilişkide olması gerektiği gibi sevilmemişim.
Bu adam beni hiç bir zaman yanına uygun görmemiş.
Bu adam benimle hiç gurur duymamış.

Bunlar benim alışmam gereken gerçekler. Evet can acıtıyor, evet zor, evet onur kırıcı; ama olmuş bitmiş artık. Ben çok sevdim diye beni çok sevmesi gerekmez ki. bu durum için onu suçlayamam ki. Kimsenin suçlamasını da istemem.
Benim sevme özgürlüğüm kadar, onun da var.

Bunları yüksek sesle söylemek, kendime acımak değil, kendimi acındırmak değil, akla gelebilecek hiç bir şey değil.
Sadece kabul etmek. Sadece varlıklarını inkar etmemek. Gerçeklerden kaçmamak. Korkmamak. Kabule geçmek. Hazmetmek. Yaranın kabuk bağlamasına izin vermek.

Kimdim ben sahi diye sormuştum ya kendime. Ben doğduğu andan itibaren çok sevilen, babasının göbeği üzerinde otururken hiç bir şeyin bana zarar veremeyeceğine inanandım.
Evet ben bir kadının yaşaması gerekenden çok fazlasını yaşadım.
Evet bana yara veren çok şey oldu.
Evet ben bazen ölmek istedim.
Evet ben her koşulda ayakta kaldım.

İnandıklarım belki şu an çok daha az, güvendiklerim daha da az. Ama bu doğrulma dönemi. Yumuşa yere alınan darbe insanı bir an iki büklüm ediyor. Bir an bir daha doğrulamam sanıyor insan. Ama kalkıyorsun, doğrulurken başta biraz acı duyuyorsun ama geçiyor hepsi.

Son olaylardan öğrendiğim, benim sevilmek ya da hayatı paylaşmak gibi hayallere dalamayacağım. Nasip... İnatçı keçide olsam nerede durmam gerektiğini bilebilmeliyim. Akıllı olmanın bir ölçüsü sınırlarını bilmektir. Madem akıllı kadın olduğuma inanıyorum, o halde ona göre davranmalıyım.

Sevgili kuluyum tanrının, bana her şeyi öğütebileceğim, sırtımı yaslayabileceğim bir işi zembille indirdi bana. Hiç umudum yokken hemde.
Sahip olunanlarla mutlu olmayı beceren akıllıdır.

Kimdim ben sahi? Akıllı kadındım.

Suçu atmaya kalksam başkasına, aha ben de aşağıdaki türküyü yakardım :))
diyar diyar göçmez idim
vefasız yar senden oldu
ben bu kadar içmez idim
senden oldu senden oldu
hayırsız yar senden oldu

havaya baktım ayazlık
etme zalim bana yazık
saçımdaki şu beyazlık
senden oldu senden oldu
hayırsız yar senden oldu

bundan sonra halin sormam
keramet etsen inanmam
benim gurbet kuşu olmam
senden oldu senden oldu
hayırsız yar senden oldu

akar gözyaşım durmazdı
yar gelip halim sormazdı
kızıltuğ aşık olmazdı
senden oldu senden oldu
hayırsız yar senden oldu

Thursday, August 5, 2010

Kimdim ben sahi?

Evrim'in sen ne iş yapıyordun sorusu
ile yazılmaya başlandı

Hayat nedir deseniz hiç aklıma gelmeyeceklerin geçiş süreci derim size.

İlkokul öğretmeni olmayı kafama koymuştum uzun süre, annem bütün çocuklar geçer bu dönemden diye diye kazıdı fikri aklımdan. İşletme okumalısın dendi sonra. İkna oldum. Finansmanı takmıştım kafama, patronum toplama bilmeyi becerebilen herkes yapar onu, malı sattıracak adam da hep bulunur, mühim olan satın almadır, dış ülkeleri bilmektir, gelecek orada diye diye dış ticaretçi olmaya ikna etti beni.

İyi ki etmiş aslında, pek severek yaptım işimi, çok hırpalandım, çok uykusuz kaldım, çok sabahladım ama keyifle yaptım.
İşin doğası, ekonominin dengesizliği yüzünden hiç tek sektörde uzmanlaşma şansım olmadı, her şeyi yaptım, hayvan maması, otomobil, yedek parça, elektronik, oyuncak... Zevkli geçti gerçi, her biri ufkumu açtı.

Sonra 11 aydır ruhumu daran bu bina... Nankörlük etmemek lazım, gereken bir dönemdi, o dönemi burada geçirmeliydim.

Sıkılıp, gökten zembille yeni iş insin diye umut ederken, beklenen gökten indi sahi... :) Çalışırken iyi olduğumu hatırlayan birilerinin olması güzel geldi, beni bulmak için nerede ise dağları delmiş olmaları güzel geldi, aynı dili konuştuğum, aynı sıraları paylaştığım insanların arasına girmek güzel geldi, ama en güzeli başta da dediğim gibi hatırlanan olmak güzel geldi.

Şimdi 16 Ağustos itibarı ile Altunizade - Mecidiyeköy hattını hizmete sokuyorum. Her gün nefes alamayarak çalışmaya dönüyorum. En güzeli İtalya'ya geri dönüyorum. İşe başlar başlamaz bayram tatilini Milano'da çalışarak geçirmeye dönüyorum.

Başım daha dik, içim daha huzurlu.
İyi evlat, iyi sevgili, iyi eş, iyi arkadaş olamadım sanırım ben hiç bir zaman; ama hep iyi bir iş kadını idim. Kendi elimle bunu bırakınca sanırım, uçurumun dibini açtım kendime. Belki en sağlıklı yolu seçmiyorum yine kendime, ama huzur bulduğum yolu seçiyorum. İnsanlar susar, ama iş susmaz hiç; hata yaparsan hemen bellidir sebebi, iş sana küserse bilirsin neden küstüğünü. İş muamma olmaz, saklanmaz, seni yok saymaz, küçümsemez, geri plana atmaz.

Her şey gelip geçtiğinde, iş hep orada durur. Sevinci, üzüntüyü, derdi, hastalığı emer gider. Gün sonuna ancak tatlı bir yorgunluk ve imkansızı başarmanın hazzını bırakır. Kendimi korunmasız hissetmediğim tek yer iş. Verdiğimi red etmeyen yer iş. İçimde yeniden açılmayı bekleyen yaralara yama olacak tek şey iş.

Yola ilk çıktığımda bu değildim elbet, hayal ettiğim kişi de değilim. Ama seviyorum halimi her şeye rağmen, dünyanın en mutlu insanı olmayabilirim ama sırtımı dayayacağım, gitmeyeceğine emin olduğum bir duvarım var artık.

17 seneyi dolu dolu çalışarak geçirdikten sonra, evet iyi geldi belki bu mola. Demir almak zamanı bu limandan.

Yine önüme zorluklar çıkacak, ama her zorluk yine zevk aldığım kamçı darbeleri olacak. Sorumluluk duygusu saracak yine her yanımı, tutarlılık için canını verebilecek bünyeme ilaç gibi gelecek durmaksızın çalışmak zorunda olmak. Ailem ofisim olacak yine, beraber çalıştıklarım çocuklarım olacak.

Bu keçinin tırmanacak yeni dağı var yahu, huzuru geldi yerine :)


Tuesday, August 3, 2010

Lost in Translation - Bir Konuşabilse- İletişimsizlik üzerine bir başyapıt

Eşiyle iletişim sorunu yaşayan bir aktör, reklam filmi çekimi için Tokyo'ya gider ve kendini japonların dünyasında kaybeder zira Tokyo'da Japonlarla iletişime geçmek zordur..Tüm bunların arasına giren Amerikalı bir genç kız'da iyice olaya tuz biber eker...Daha fazla yazmak mümkün ama yazmayacağım..Muhteşem bir başyapıt..Kesin seyredilsin..

İletişim deyince

Elixir Bey iletişim deyince çağrıştı tabii.

Ne kadar salağı oynamaya çalışsam, dün dündür desem de ben bu binaya uyum sağlayamadım. Önceleri dinledim, sonra hadi bir gayret biraz konuşayım dedim. Konuştukça ya da konuşmaya çalıştıkça sadece sıkıldım ve daraldım. Nankörlük etmemek adına susup otursam bile, içim huzursuz.

Bakalım yarın neyi değiştirecek? Yakın dönemlerde, benzer sıralardan geçtiğim kızlar topluluğu belki biraz daha normalleştirecek beni. Tüm gün konuşmadan geçmeyecek. Gerçekten yapacak iş olacak, kumaşlar ellenecek, aksesuarla savaşılacak, üreticilerle boğaz boğaza gelinecek, bol bol dosyalama, bol bol yetiştirme telaşı. Eve yorgun dönmenin güzelliği... Öğlenleri Uruk Bey ve Elixir Bey ile yapılabilecek mini kaçamaklar, dedikodular...

Şu bina içindeki halime bakıyorum, tek sorun iletişimsizlik mi diye düşündüm şimdi. Belki yabancılaşma daha iyi tarif eder durumu. Ben bu binadaki mini toplumsal yapıyı/kültürü anlamlandıramadığım gibi, kendimi her hangi bir yerine monte edemiyorum bir türlü. Yemek yemelerinden, okumamalarına, dar bakıştan, ötekileştirmeye dek hiç bir yerinden tutamadığım upuzun bir ip sanki.

Yeni gün, yeni umut...


İletişim-sizlik

Gerçekten gidişat bu yönde değil mi ? Daha çok insan giderek çevresinden uzaklaşıp sanallaşıyor.Dostluklar sanal,arkadaşlıklar sanal, seks sanal..sevgililer sanal..esas banallık bu bence..Siz iyisi mi 2 el farmville oynayın, kankanıza pasta yollayın kendinize gelin..
İletişim zaten hayatta olabilmemizin temeli..ama yazarak iletişiyor olmak beni baydı sizi bilmem..Blog'um var ama bu demek değil ki hayatımı bunun üzerine kurguluyorum..Kankamla buluşup bira içip, dedikodumu karşılıklı yapmak kadar keyiflisi yok..Diğer versiyonlar hikayedir, dombilidir,taocudur..

Monday, August 2, 2010

Özet özet

Çok sakin bir hafta sonuna göre, pek dolu idi aslında.

Cuma 5 gibi sevgili Edirne'den arayıp bagajda anahtarı kırdım deyince eve gidip yedek anahtar bulundu önce. Çok lazım olunca beyin bir anda çalıştı mı benden mutlusu yok. Allahtan çabuk sıralandı seçenekler. Anahtar kapıldığı gibi Yurtiçi kargoya, neyse zamanında yetişti her şey.

Eve gidince mutfağa giresim geldi.
şekeri ben 11 kaşık koydum, migrosta yarısı kakaolu yarısı sade kedidilleri vardı, yakıştılar. Blueberry ve nektarin. Pazar bir daha yaptım hatta, pek kolay, pek lezzetli.

sonra karnıyarık, biber dolması, pilav, cacık ve bu börek: http://www.portakalagaci.com/oburcuk/2006/03/_renkli_brek.html

89-91 arası pek moda idi bu börek, annem bir kaç tane yapar buzluğa atardı. Elimin ayarı pek iyi değildi, çok güzel olmadı, ama hatırladım en azından.

Tarçın yıkandı :) Van olmayan bir kediye göre tahammülü oldukça yüksek. Misler gibi oldu oğlan ve yumuşacık :)

Webber'e sevindim dün, Alonso'ya güldüm, Vettel'e kahkaha attım. Schumi'ye oha dedim. Mercedes hem nico'nun cezası hem 10 sıra geride başlayacakken eğlence konusu olacak ilk yarışta. Sutil'e üzüldüm, bahtsız bedevim.

Sabah 3te yükselen tansiyon ve bulantı ile uyandım, az bir kusma, bir ilaç, bir limon işi çözdü. Kafam ve midem hala aynı halde. Saat 4ü geçiyor, hala bir şey yiyemedim.

Sabah ofiste alarm sesleri ile karşılandık, hafta sonu çöken elektrik sisteminin tamiri yarım gün aldı.

Hafta sonu gazetelerinde boy boy tuba Ünsal hamilelik haberleri, neymiş, her hafta ultrasona giriyormuş. So fucking what? Hanım kızın biraz sorunlu olabileceği zaten malum hepimize. hiç mi haber kalmadı Allah aşkına?

Bir ingiliz klasiği..HASHBROWN ..Türkçesi yok avcunuzu yalayın :)

Hashbrown aslında İngilizlerin yokluk zamanlarında ,kenarda köşede kalmış patatesleri değerlendirmek amacıyla pişirdikleri kendi halinde bir kızartma çeşnisi.
Klasik İngiliz kahvaltısının vazgeçilmezlerinden, bende nişastalı yiyecekleri seven biri olarak bu hashbrown'lara hastayım.Evet kızarmış patatesten ne farkı var diyenlere sen böyle kızarmış patates mi gördün ?

Patatesi kesiyosunuz jülyen biçiminde, sonra bunları bir yumurta ile birleştiriyorsunuz yoksa dağılıyorlar..Biraz tuz ve karabiber ekliyorsunuz ve kızgın yağda kızartıyorsunuz..Arzu üzerine birazcık soğan'da ilave edebilirsiniz..Bundan sonrası mideye şenlik..

Nasıl ? Leziz görünüyor değil mi ? :)
Parmaklar ve Fotoğraflar benim değil..Canım çekti bir anda dalıp buldum fotoları..
Klasik bir ingiliz kahvaltısında 2'nci tanıtım ayağını baked bean'lar (fasulye ama öyle böyle değil) oluşturuyor..Kısa zamanda da bunları yazacağımı düşünüyorum.

Şimdilik afiyet olsun..Bir pazar kahvaltısında denemenizi öneriyorum.Üşeniyorsanız McDonald'slarda kahvaltı saati bitmeden tanesini 1,5 TL'ye alabilirsiniz.Çok da lezzetli yapıyorlar, pisboğazım ya bunu da biliyorum illaki.