Saturday, January 29, 2011

Mutlu ev balkonundan belli olur

Tüm gün yattığım yerden balkonuma baktım.
Artık ruhsuz, hareketsiz balkonuma.

Yeni taşındığımız günler geldi aklıma, hevesle alınan masalar, çiçekler, balkon için farklı kül tablaları, kurulan sofralar...
Çok büyük balkon değil,en fazla 4 kişi keyif yapılırdı.
Enginar pişirilen bir gün mesela, sonbahardı sanırım, hem sıcak hem serin. Çok gülmüş, çok eğlenmiş, çok konuşmuştuk.

bitti sonra o günler.
Şimdi çıplak bir masa, katlanıp kenara konmuş, haftada bir temizlikte silinen sandalyeler.

Oturduğum yerden gözüken 2 başka balkon. Kış günü bile ne çiçekleri eksik, ne masa örtüleri
soğuğa rağmen arada çıkıyor ev ahalisi o balkona, ya sigara içemeye, ya etrafa bakmaya.
Yaşıyor balkonları.
Dertsiz ev değillerdir, ama mutlu bir evdeler
Balkondan belli...




Yanılsama

pazartesi sabahı 5te başladı ya gün... dün akşam bitti
sanki gün 24 saat değil 120 saat idi
3 firmadan gelen müşteriler, sevkiyatlar, son kontroller, konsomasyonlar...

bizim işte yarısı işinizi yapmak, yarısı bildiğiniz konsomasyon
bu sabah fark ettim ki konuşmaktan ve gülümsemekten çene kaslarım bitmiş
sesim travestiler gibi
gözlerimin altı çökük her gün maksimum 2 saat uyumaktan
yüzümde bir şişlik içilen içkilerden, vücut su toplamış... doğal olarak kilo alınmış
en güzel tarafı ölen müşteri diriltilmiş, problemler çözülmüş...

Şimdi koltukta, yorgan altında yatış, son 1 saattir bira da eşlik ediyor
neden bira? çünkü her şey basit olmalı bugün
2 erkek 1 kadın müşteri geçti bu hafta elimden (evet bayan değil kadın, neden? çünkü cinsiyetini belirtiyorum cümlede, kibarcıklık yapmıyorum)
Gelen kadın İtalya'nın küçük bir kasabasından... hayat dolu cıvıl cıvıl bir kız. Etrafındaki her şeye meraklı, simitten tutun kağıt helvaya kadar. 2 günün yarısı iş idi ise yarısı yemek yemek idi :) her şeyi tatmak istedi... Nasıl mutlu yeni şeyleri denedikçe... Çay demlemeyi ve irmik helvası yapmayı öğrenmişti giderken :)
Salı gecesi onu alana bırakırken, diğer taraftan diğer müşterinin uçağı iniyordu. Şimdiye dek 2 kez görmüştüm sadece ve hep gergin geçen toplantılar olmuştu. yüzüme koydum en büyük gülücüğü, sarılarak karşıladım, önce afalladı, aç mısın derken aldım bunu götürdüm içmeye. Gecenin sonunda annesinin kollarında nasıl öldüğünü anlatıyordu :) Benim kadar cilveden, politiklikten uzak bir kadın nasıl bunları başarıyor şaşırtıcı tabii, işin ucunda iş başarısı olunca gizli kapaklı tüm yetenekler çıkıyor bende demek ortaya :) Ertesi 2 gün araladığım kapıdan içeri iyice girdim içeri, dün öğlen uçağına bindirirken hem benim hamileye (kadın anne oldu çocuk büyüyor, adı hala hamile kaldı. içimden geçen diğer sıfatları saymamdan iyidir herhalde) kızıp başka yere verdiği orderları geri çekip, üstüne bir de yeni bir ürün grubunu daha eklemiştim cebime. İşi olmadığı halde 15inde fuara gelecek, güzel içme arkadaşı olmuşum :)
Onu 2 gibi uçağa bindirip, 2.15 te diğer geleni karşıladım, istikamet Kıraç Köyü. allahtan ilişkimiz oturdu kendisi ile, hem iş hem sohbet yormadan akıp gidiyor. Gece son kontrollerimizi de bitirdikten sonra sabah 6da uçuşu olduğundan ve 3te kalkması gerekeceğinden yemeksiz içkisiz tamamladık geceyi.
Sabah velayeti babada kalan evladın mamasını veremediğimden istikamet koşuyolu idi.
Eve bir girdim ki baba dönmüş seyahatten. Beklemiyordum karşılaşmayı... bir an sanki her şey normaldi, girmem gereken eve girmiştim ve her zaman ki gibi sarılıp öpecektim. salakça uzandımda hatta ama şık bir hareket ile uzatılan yanak ile uyandım rüyadan :) yorgunluktan hep...
bir hoş beş... sonra dönmem gereken eve dönüş. Enteresan şekilde huzurlu ev. Zamanında ki huzursuzluklar o kadar kazınmış ki beynime, hep aynı sahneleri bekliyorum.
Şişmiş ayaklar, akmaya yüz tutmuş makyaj, sigara kokusu sinmiş üst baş... Hemen bir acele duş, ayaklara tuzlu sular, bir pizza, yanına kola... Biraz tv ve koltukta uyuyuş.
Yatağa gitmek bile istemedim, mayıştığım yerde uyumak sadece.
Sabah kedilerin açız lan kalkkkkkk komutları ile 8.30 da uyanış, marketin açılışını beklerken benzin alış, iki kap uyduruk yaş mama ile akşamı etmelerini sağlayış, kahvaltılık bir şeyler alıp, eve geliş.
Bir yandan kahvaltı ederken bir kitaba başlayış ve bitiriş.
Koltuktan kalkabilme ihtimalim sıfır, ayaklarım hala davul...

Bu hafta hareketli, fuar hazırlıkları, yeni yüklemeler, yeni stresler...Az kaldı yahu, 2 hafta, sonra uzaklardayım...


Wednesday, January 26, 2011

Al misketlerini, ver misketlerimi



Ey tüm zamanlar boyunca esen yellerden alınan ilhamların,
Ey yürek üstüne yürek koymaya çekinenlerin,
Ey mezalim ordusunca yönetilen ruhların
ve gördüğü,
ancak bir zaman diliminin anlık nefes alışları olan insanoğlunun
büyük kabusu: Sen…

Kurutulmuş zamanlar bıraktın bana; bir yaşamın günlük misali sayfaları arasında, yere düştükçe saçılan ve saçıldıkça kırılan, parçalanan, toz olan…

Kasıklarıma yediğim tekmelerin acısıyla kıvrandığım, düştüğüm ve kalkamadığım her zaman diliminde; yani gelip kaldıracağını umduğum zamanlarda işte, bir pandik atıp kaçan sen…

Kanıksadığım bir savaşın içinde, kimi zaman fethettiğim bir kaya parçasına sevindirirken, ardımdan dolaşarak, var olan en yüksek zirvemi hep düşman bayrakları ile donatan sen…

Var olduğuna inanılan o ilahi boyutun içinde; milyonlarca sunağın üst üste dizilmesi ile oluşan ve çokça kırmızı, kan kokan bir tahtın tepesinde duran... Elinde milyarlarca uzaktan kumanda aleti, sıkıldıkça değiştirip her birini, kimimizi sağa sola, kimimizi ileri geri yürütürken, pili bitenlerin pilini değiştirmektense fırlatıp atan, bir oyuncağı ile bir ömür boyu oynayamadığından, sıkıldığından, işte hep yeni oyuncaklar isteyen sen…

Hep kendinde olmayanı düşleyen ve oyuncaklarının içine yerleştiren, sonra da senden bir parça olduklarını kulaklarına fısıldayarak kimini ezanların, kimini çanların, kimini öküz seslerinin arasına yollayan; bu garipliği bir mizah anlayışı olarak benimseyen, senden başka kimsenin gülmediğini bilsen bile komik olduğuna inanan sen…

İçine akıl koymayı unuttuğun yüz binlerce beynin; sokak lambaları arasında embesilleşmiş pervaneler gibi uçuşmasına seyirci kalan, “geldikleri yerde çok var nasıl olsa” diye defolu hiçbir üretimini düzeltmeye çalışmayan, kalite belgelerinden bihaber, son kullanma tarihlerini ve raf ömürlerini saçmalıklarla dolu bir ecel kılavuzuna bağlayan, sonra seçtiğin rastgele sayfalardan yaratıcılık dolu sona erdiricilik oyunları oynayan sen…

Ve elinde küresel bir kumbara… Biriktirdiklerini içine attığın, zor günler için sakladığın birikimlerini koruduğun, adına senin ne dediğini bilmediğim ama benim dünya dediğim bu kumbaranın anahtarını kaybetmişken… Bir gün sırf ne kadar biriktiğini merak ettiğin için, çarpıp bir yerlere kıracağını biliyorken… Saçılacağım yer hakkında en ufak bir fikrim yokken… Yani sen benim, birikiminin geleceğine işte bu kadar kayıtsız, bu kadar sorumsuzken ve “Sen doğru olanı yap diye bir emir verdim. Yapmazsan bittin oğlum” şeklinde tehditlerle kumbaranın tepesindeki delikten ara sıra bakıp bakıp kaçıyorken…

Yani aslında sen böyle her daim çocukken... Çocukluğunun tüm düzlüğü, tüm oyunbazlığı ile “Ulan öldüğünde var ya… Öyle bir yere koyacağım ki seni…” diye mızıkçılıklar falan yapan, oyunun tüm kurallarını o an, canının istediği gibi değiştiren, sıkılınca topunu alıp giden sen…

Gelme oğlum bir daha bizim mahalleye… Al misketlerini de… Akşam babama demezsem bak seni…

Loki, Balder'i Öldürünce

Bir bakış açısına göre korku; insanın aslında genlerinde taşımadığı, yaşadıkça ve deneyimledikçe öğrendiği bir olgu... Bir diğer bakış açısına göre ise genlerde miras olarak aktarılan ve ilk fırsatta su yüzüne çıkmaya çalışan şifrelerden biri... Yani biri doğuştan, diğeri değil... Hangisi olursa olsun korku; kişinin yaşamının yörüngesini çizebilecek kadar güçlü, saplantılar yaratacak kadar da inatçı bir duygu...

İnsanda korkunun tarihçesine bakıldığında; ilk çağlara kadar gitmekte pek sakınca görünmüyor. Hatta o çağdaki korku kavramına ayrı bir saygı duyduğumu da belirtmeliyim. Jurassic Park filminde, koltuk kenarlarına tırnak geçirten dinozorlarla bir arada yaşamaya ve hayatta kalmaya, hatta utanmadan bir de avlamaya çalışan bu insanlar; benim günümüz modern çağında edindiğim korku kavramından daha yalın ve daha kesin sonuçlara gebe korkular yaşıyorlardı büyük olasılıkla... Ağaçlarda yaşayan atalarımızın, ağaçtan düşme korkusunun genlerimize kazınmış halini her birimiz yaşamışızdır: Uykunuzdan bir anda, sanki boşluğa düşüyormuşsunuz gibi uyanırsınız aniden. İçinizdeki boşluk duygusunun yanı başında, keskin bir korku da vardır. Etrafınıza bir süre ürkek gözlerle bakarsınız. Yeniden uykuya dalmakta zorlanırsınız. Oysa hep uyuduğunuz odadasınızdır işte.

Bazı doğa olaylarından korkmamayı öğrendikten sonra, kendi kendimize korkacak kavramlar yaratmakta da üstümüze olmadığını kanıtlama yarışına girdiğimiz dönemler başladı, ilk çağlardan sonra... Ateşi bulan insanoğlu, bulduğu şeye tapmaya başladı. Aktif volkanların içine kurbanlar atılmaya başlandı; Ateş Tanrısı kızgınlığını kendi kabilelerine yöneltmesin diye... Doğanın tutarlı kararlılığı devam ettikçe, kimi toplumlar artık ateşten, gök gürültüsünden, şimşekten korkmaz oldular. O zaman da devreye, onların yerini alacak Tanrılar girdi. Çünkü korkusuz olmazdı, bir şeylerden korkmak zorundaydık.

İnanma ihtiyacından doğan ve kimi zaman dehşet, kimi zamansa şehvet yüklü hikayelerle belirli bir sosyal grubun ortak paydasını oluşturan mitolojiler buna en güzel örnekler... Günümüzde hala etkilerini hissettiğimiz mitolojik öyküler, o yıllarda bir kanala girme ihtiyacı duyan korkunun da beslendiği kavramlardan biri oldu. Çok başlı dev köpeklerden, sırf insanlara ateşi verdiği için işkenceye uğrayan tanrılara kadar çok zengin bir yelpazede insanlar; birbirlerinden habersiz binlerce tanrı ile yıllarca korku üstüne korku yaşadılar. Yunan, Roma, İskandinav, Kızılderili, Türk bir çok ulusun mitolojik öyküleri; bu uluslar gün gelip karşılaşana dek kendi içinde tanrılar üretmeye ve yeni korkular salmaya devam etti.

Mitolojinin günümüze yansımalarından biri olan 13 sayısının uğursuzluğu, İskandinav öykülerinden dünyanın her yerine yayılan çarpıcı örneklerden biri... 12 ve 14 gibi gayet masum iki sayının arasında, kendi halinde yaşayan 13'ü uğursuz yapan neydi peki?

İskandinav Güzellik Tanrısı Balder; günün birinde diğer tanrıları brunch eşliğinde sohbet etmeye ve müzik dinlemeye çağırır. Toplam davetli sayısı 12'dir... İskandinav Yalan Tanrısı Loki ise davet edilmez ve çok sinirlenir. Yine de partiye gitmeye karar verir. Parti başladıktan kısa süre sonra arz-ı endam eder fakat kaderin ilginç bir oyunudur ki kendisi o an 13. davetli olmuştur. Parti sırasında "Vay efendim sen beni neden davet etmezsin", "Neden davet edeyim, sen yalancının tekisin ve insanlara yalan söylemeyi öğretiyorsun" gibi mitolojik ve ağdalı cümleler eşliğinde kavga kopar ve Loki, Balder'i öldürür. İskandinav mitolojisinden anlıyoruz ki Balder pek sevilen bir tanrıdır (güzeli kim sevmez!) ve bu yüzden 13. kişi olan davetsiz Loki'nin bu sayısal pozisyonu, o zamandan beri bu sayının uğursuz olmasına neden olur.

Batıl inançların insanlarda yarattığı duygunun adı ne derece korkudur tartışılır tabi... Ama yüzyıllardır nesilden nesile aktarılabilen bu 13 uğursuzluğu o derece güçlüdür ki işte bugün bile hala bilinmektedir. (Eminim hiçbiriniz 13 sayısının uğursuzluğu konusunda "Bu adam neden bahsediyor?" dememişsinizdir.)

Klasik "uğursuz 13" örneği, şaşırtıcı bir hızla çeşitlendirilebilir üstelik. Bakın bakalım tanıdık gelenler var mı?

Köpek uluması, karga ve baykuş ötüşü, gece tırnak kesmek ve ıslık çalmak, iki bayram arasında nikah kıymamak (teknik olarak mümkün değil!), merdiven altından geçmemek, doğum ve ölüm sonralarında "kırklama" törenleri yapmak, yolcu edilenin ardından su dökmek, sabah kara kedi görmek ya da kara kedinin önünüzden geçmesi... Evrensel ve yöresel olarak inanılmaz uzun bir listeden sadece birkaç tanesi...

Acaba diyorum bazen; Yalan Tanrısı Loki, Güzellik Tanrısı Balder'i öldürmeseydi dünya nasıl olurdu? Ya da Güzellik Tanrısı Balder; Yalan Tanrısı Loki'yi öldürseydi benzer bir durumda, 13 sayısı yine uğursuz olur muydu? İşte bu aslında varolmayan gizem bile, azmeden kişiyi korkunun kucağına atmak için yeterli...

İlk çağlardan bu yana edindiğimiz "korku oluşturucu"ların büyük bölümünde, önemli bir ortak nokta olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor: Bilinemezlik... Demek ki bir korkuyu sürekli beslemek istiyorsak, korku kaynağı hakkında çok az gerçeğe ulaşabilir olmamız ön koşul. Kaynağı açıklamaya başladıkça, korkuyu da yenebiliyoruz. Doğa olayları bize bunu gösteriyor. Açıklanamayan mitler yaratıldıkça, korkunun da sürecini uzatmak mümkün olmuş. Şimdilerde sadece öykü olarak okunan bu mitolojik yazılar, zamanında inanılmaz bir mekanizma olarak yaşamış ve canlı tutulmuş.

Açıklayamadığımız olaylardan ya da kavramlardan korkmak, bilinmeyenden korkmak; zaman içinde "yetersizlik" kavramını da beraberinde getirmiş. 21. yüzyılın modern dünyasında yaşayan insanları bugün Loki, Ares, Poseidon gibi mitolojik tanrılarla ya da doğa olayları ile korkutmaya çalıştığınızda, alacağınız onlarca eğlenceli tepki olabilir. Yüksek olasılıkla bundan 200-300 yıl sonra; bugünün insanının korkuları için de aynı durum geçerli olacaktır.

Kısa bir özet çıkarırsak; korkuyu farklı şekillerde tanımlayanlar çıkacaktır, ama anlamaya ya da yenmeye yetersiz kaldığımızdan korkarız. Korkumuzu sevmediğimiz için, bir şekilde onu anlamaya ve yenmeye çalışır, bunu bir gün başarırız. O zaman da yetersiz kalacağımız yeni bir korkunun peşine düşeriz. Bu kısır döngü, korkunun ta kendisidir.

Tuesday, January 25, 2011

Yıl 1965...

Bulanıklaşmış görüntüler ve silikleşen, birer fısıltı haline gelen sesler... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker flulaştığını anladığında ne yapmalı insan? Kesintisiz, net ve çıplak biçimde hatırlanabilen son şey sadece bir isimse artık, ne yapmalı?

Gökyüzüne doğru yükselen solgun, gri, dışı da içi de hapis binalarla örülü sokaklar... Bu sokaklardan oluşan caddeler ve işte bu caddelerden örülü bir şehrin tam göbeğindeysen; tüm şehrin bir hapishane olduğu gerçeği ile burun buruna yaşarken günlük havalandırmaları, voltaları; hatta bu koca hapishanede her an bir yaşam kavgasının tam da ortasındaysan eğer...

Bir çırpıda okunan sürükleyici bir romanı, bitirmiş olmanın huzuru ile kitaplığın raflarına kaldırdığında; bunca sevdiğin ve değer verdiğin kitabı yıllarca belki yerinden bir daha almayacak olman garip değil mi? Bunca sevdiğin ve seni sürükleyen, bir solukta tükettiğin bu kitap, belki diğerleri arasında sayfaları en hızlı solacak olan kitapsa, bu nasıl bir değer vermedir? Okudun ve bitirdin! Bu mudur?

Hızla soluklaşan sayfalar, toz tutan sayfa kenarları... Bir kitabı okunmuş kılan ne varsa herbirinin tek tek terkedilmişliğe bulandığını anladığında ne yapmalı insan? Kitabın sırtına gözün değdikçe hatırladığın ve “ben bunu okumuştum, güzeldi” diyerek bir başka kitaba yöneldiğin her an için nasıl bir hesap sorulmalı?

Yıl 1965... Kameranın arkasından bir ses yükselir: Motor!.. Metin Erksan’ın sesi, Sevmek Zamanı adlı filmin siyah beyaz karelerini ardı ardına iliştirmektedir birbirine... Siyah beyaz bir film için fazla renkli bir mesleğe sahiptir Halil... Adada ustası ile boyacılık yapmaktadır. Boya işlerine başladıkları bir köşkün duvarında bir fotoğraf görür Halil ve fotoğraftaki surete aşık olur. Bu aşkı hisseden Meral, kendisine fotoğrafından aşık olan Halil’in aşkına yanıt verir. Halil ise sadece bu surete aşıktır.

Yıl 2010... Siyah beyaz fotoğrafların solması için güzel bir yıl... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker soluklaştığı zamanlar... Fonda karışık ve kalabalık bir Çiçek Pasajı sesi... Siyah beyaz filmlerin, kaytan bıyıkların, briyantinli saçların zamanından gelen bir taş plak... Sazlar bir taksim geçerken, güftenin üzerine binen bir Müşfik Kenter sesi... İnce, uzun ve artık çok eski rakı kadehlerinin birbirine değdiğinde çıkardığı puslu ve geçmişten gelen çınlamalar... Dışarıda soğuk bir istanbul gecesi... Yağmurun altında 1965 model otomobiller... Birçoğu direksiyondan vitesli... Birçoğu henüz daha düşmemiş Bostancı-Taksim dolmuş hattına... Bunun için daha çok zaman var.

Çiçek Pasajı’ndan çıkarken, arkasında hüzünlü bir akordeon sesi bırakan genç ve sarhoş bir adam... Çıkmadan önce mekana son bir bakış ve gecenin, yağmurun insafına bırakış kendini... İstiklal yerine Tarlabaşı Bulvarına sapan ayaklar... Parke taşlarda yankılanan topuk sesleri, bundan 2 yıl sonra kapının önüne gözü yaşlı bir kadın tarafından bırakılacak bir çift ayakkabıya ait... Ölüm, ardında yaşanmışlıklar bıraktığı için olsa gerek, hep birileri için kırılgan olacak.

1965 ile 2010 arasında herhangi bir yıl, herhangi birgünün herhangi bir saatinde, herhangi bir Müşfik Kenter, Çiçek Pasajı’ndan çıkıp yağmura ve solgun kente bıraktığında kendisini; keskin ve çıplak bir şekilde hatırlanan tek şey belki bir suret olacak. Çoğu zaman ismi bile bulanıklaşmış bir suret...

Ve bu kentin binalarının içini ne kadar rengarenk boyasa da boyacılar duvarlardaki aşık olunası fotoğraflar için; kentin suretini çizen dış yüzeyler hep gri, bulanık, flu kalacak... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa; bir kentin suretinde bulanık, yarası alışıldık bir iz olarak solacak...