Wednesday, January 26, 2011

Al misketlerini, ver misketlerimi



Ey tüm zamanlar boyunca esen yellerden alınan ilhamların,
Ey yürek üstüne yürek koymaya çekinenlerin,
Ey mezalim ordusunca yönetilen ruhların
ve gördüğü,
ancak bir zaman diliminin anlık nefes alışları olan insanoğlunun
büyük kabusu: Sen…

Kurutulmuş zamanlar bıraktın bana; bir yaşamın günlük misali sayfaları arasında, yere düştükçe saçılan ve saçıldıkça kırılan, parçalanan, toz olan…

Kasıklarıma yediğim tekmelerin acısıyla kıvrandığım, düştüğüm ve kalkamadığım her zaman diliminde; yani gelip kaldıracağını umduğum zamanlarda işte, bir pandik atıp kaçan sen…

Kanıksadığım bir savaşın içinde, kimi zaman fethettiğim bir kaya parçasına sevindirirken, ardımdan dolaşarak, var olan en yüksek zirvemi hep düşman bayrakları ile donatan sen…

Var olduğuna inanılan o ilahi boyutun içinde; milyonlarca sunağın üst üste dizilmesi ile oluşan ve çokça kırmızı, kan kokan bir tahtın tepesinde duran... Elinde milyarlarca uzaktan kumanda aleti, sıkıldıkça değiştirip her birini, kimimizi sağa sola, kimimizi ileri geri yürütürken, pili bitenlerin pilini değiştirmektense fırlatıp atan, bir oyuncağı ile bir ömür boyu oynayamadığından, sıkıldığından, işte hep yeni oyuncaklar isteyen sen…

Hep kendinde olmayanı düşleyen ve oyuncaklarının içine yerleştiren, sonra da senden bir parça olduklarını kulaklarına fısıldayarak kimini ezanların, kimini çanların, kimini öküz seslerinin arasına yollayan; bu garipliği bir mizah anlayışı olarak benimseyen, senden başka kimsenin gülmediğini bilsen bile komik olduğuna inanan sen…

İçine akıl koymayı unuttuğun yüz binlerce beynin; sokak lambaları arasında embesilleşmiş pervaneler gibi uçuşmasına seyirci kalan, “geldikleri yerde çok var nasıl olsa” diye defolu hiçbir üretimini düzeltmeye çalışmayan, kalite belgelerinden bihaber, son kullanma tarihlerini ve raf ömürlerini saçmalıklarla dolu bir ecel kılavuzuna bağlayan, sonra seçtiğin rastgele sayfalardan yaratıcılık dolu sona erdiricilik oyunları oynayan sen…

Ve elinde küresel bir kumbara… Biriktirdiklerini içine attığın, zor günler için sakladığın birikimlerini koruduğun, adına senin ne dediğini bilmediğim ama benim dünya dediğim bu kumbaranın anahtarını kaybetmişken… Bir gün sırf ne kadar biriktiğini merak ettiğin için, çarpıp bir yerlere kıracağını biliyorken… Saçılacağım yer hakkında en ufak bir fikrim yokken… Yani sen benim, birikiminin geleceğine işte bu kadar kayıtsız, bu kadar sorumsuzken ve “Sen doğru olanı yap diye bir emir verdim. Yapmazsan bittin oğlum” şeklinde tehditlerle kumbaranın tepesindeki delikten ara sıra bakıp bakıp kaçıyorken…

Yani aslında sen böyle her daim çocukken... Çocukluğunun tüm düzlüğü, tüm oyunbazlığı ile “Ulan öldüğünde var ya… Öyle bir yere koyacağım ki seni…” diye mızıkçılıklar falan yapan, oyunun tüm kurallarını o an, canının istediği gibi değiştiren, sıkılınca topunu alıp giden sen…

Gelme oğlum bir daha bizim mahalleye… Al misketlerini de… Akşam babama demezsem bak seni…

No comments:

Post a Comment