Friday, July 30, 2010

Nasıl hatırlardınız?


Joey desem... Friends desem
Ah zaman desem...



Yolculuk Nereye?

Bu ara hiç bir sorunun cevabını bilmezken, bunun cevabını bilmem beklenemez benden. Zira beynim son 1 senedir mecbur kalmadıkça hiç bir faaliyet göstermediğinden paslanmış durumda.

Bir süredir tırmalıyordum sağı solu bir iş değişikliği için. Beynimin daha fazla çalışmaya şiddetle ihtiyacı var, iş çevresi değişikliğine pek fazla ihtiyacım var, kendimi gördüğüm ezik halden bir an önce çıkmaya ihtiyacım var. Aksi halde mezarımı son hız kazmaya devam edeceğim gibi gözüküyor.

Geçmişte iş yaptığınız insanların ilk ihtiyaçta akıllarına gelmek gurur okşayıcı. Okşanan gururun bedelleri de var tabii, her gün köprü çilesi, erken kalkışlar, öğlen eve gidip çamaşır serip dönememek gibi. Gerçi hangi evde yaşanacağı garanti değilken ne önemi var.

Bu ara elimi attığım her filmde ya Alzheimer ya 2. Dünya savaşı ya da Amerikan iç savaşı çıkıyor. Dün seyrettiğim dizide şansıma yine Alzheimer vardı. Motorsiklet kazası yapmış bir hasta geliyor, göğsünde do not resuscitate dövmesi. Ameliyata alınması lazım, yakınlarına ulaşamıyorlar falan filan bir sürü olayın sonunda adamda ileri safhada melun hastalığın olduğu ortaya çıkıyor ve dövmesini unutma ihtimaline karşın yaptırdığını öğreniyoruz.

Diğer bir filmde mutlu bir karı-koca. Kadın yakalanıyor bu sefer bu hastalığa. Daha aklı başında iken bir bakımevine yerleşmeyi istiyor. Bakımevinin kuralı gereği ilk bir ay yakınlarla temas yasak. Kocası çok zor geçiriyor o 1 ayı, sabırsızlıkla dolmasını bekliyor. Kavuşma günü geldiğinde kadın her şeyi iyice unutmuş halde, oradaki bir erkek hastaya bağlanmış, gözü sadece onu görüyor. Adam üzgün, ama yılmadan gitmeye devam ediyor. Kadının bağlandığı erkek hastayı karısı maddi sebeplerle alıyor bakım evinden. Geride kalan kadın her geçen gün daha fazla susuyor, bitkiye dönüşüyor. Karısını ne yapsa yaşama bağlayamayan koca sonunda gidip diğer eş ile görüşüyor kocasını tekrar bakım evine yatırması için. Kadın en sonunda kendisi ile çıkması karşılığında razı oluyor adamı bir kez ziyarete olsun götürmeye. Gerisini seyredin, tık.

Böyle sevgilerin artık kitaplara, filmlere mahkum olmasını seyrederken akıldan geçiyor yolculuk nereye sorusu bir kez daha. Sonra akla yapayalnız ölümler geliyor kapısını kimsenin çalamadığı evlerde.

The Reader, seyretmeden geçmemek gereken filmlerden. İlk aşkını kendinden epeyce büyük bir kadın ile yaşayan 16larındaki kahramanın aşık olduğu kadının Nazi olduğunu öğrenmesi ve kadının ölümüne dek giden süreci anlatıyor. Mutlaka herkes kendine göre bir şeyler çıkaracaktır filmden, benim çıkardığım hiç bir şey için çok geç değil, ama bir yaştan sonra çabalamak kendini tatmin dışında bir şey getirmiyor. Seyrederken ne kadar çok ilk okul öğretmeni olmak isteyişim ve bir çok "mantıklı" sebep ile vazgeçirilişim geldi aklıma. Bugün hala zevkle yaptığım bir işim olabilirdi... Tuesdays with Morrie yi seyrederken iz bırakabilmenin güzelliği vardı aklımda, eğer ki inandığım yoldan dönmese idim.
Vaniglia e cioccolato her şey kötü giderken, çıkmaz sokak olsa bile yinede mutlu olmak mümkün dedirtti.

Çok şey dediler ama yolculuk nereye hala bilmiyorum....

Wednesday, July 28, 2010

Yakala Bobi

Kiminizin karşı olduğu şeye o kadar yakınım ve kiminizin yakın olduğu şeye o kadar karşıyım ki… Siz de öyle… Muhalif olabilmek; bir ayrıcalık, bir sınıf belirleyici, bir şekil olmaktan çıkar mı? Gerçekten de bir gün “muhalif adam” kimliği elde etmek kaygısından sıyrılıp, gerçekten de bazı şeylere muhalif olmamızın “normal” olduğu bir doğrulamaya varabilir miyiz?

Kim ne derse desin, kendimizi ne kadar yırtarsak yırtalım; işte her birimiz “genellemeler” arasına sıkışmış ömürler törpülemiyor muyuz? Kendimizi yontma telaşımız olduğu sürece, daha bir kendimiz olacağız. Doğar doğmaz; muhtemel bir daha görsek de pek hatırlamayacağımız bir doktorun ya da ebenin; kıçımıza iki şaplak ile son civatalarını sıktığı bu kabuğu, ömrümüzün sonuna dek yonta törpüleye, içte hapis insanı aramıyor muyuz?

Bugün patron, “Yakala Bobi” dedi. “Sıkıysa yakalama, dışarıda o kadar çok Bobi var ki! En olmadı sığınaktan seçerim” edasıyla… “Ulan” dedim. “Düşsün bakalım yere, yakalamayayım, ne olacak?” Sonra daha havadayken hamleyi yaptırdı hayat…

Bobi’leşen yerlerime söve söve çürüttüğüm bir ömrün içinde, elimde törpü; kazıyorum taşı ve toprağı… Kelebek misali… Bir de Shawshank Redemption vardı. Nasıl güzel oyun çıkarmıştır orada Morgan Freeman… (Acaba soyadı sahne için mi seçildi? Araştırmadım. Araştırmayabilirim de…)

Hayatımı devam ettirmek, standartlarımı korumak ve sorumlu olduklarıma bir şeyler vermek için Bobi olmaktan başka bir çıkış var mıdır? Buradaki tek Bobi ben miyim? Yoksa burası da bir nevi Bobi Sığınma Evi mi? Yok mu la burada hiç Dino, Fifi, Fufu, Çufu?

L'uomo Che Ama / The Man Who Loves

Hızla ileri sararak güya "film seyrediyorum" ya bu aralar, dün akşam oturup bir filmi adam gibi seyrettim ilk kez uzun zamandır, ne tuhaftır ki bu sabah detayları hala kafamda.

L'uomo che ama : Seven Adam

Oooooo seyrettim dünyam değişti veya yönetmen de süpermiş arkadaş diyeceğimiz filmlerden değil, senaryo ahım şahım değil, uzun lafın kısası seyretmezseniz kaçıracağınız hiç bir şey yok. ama başladığınız an bir şey geçip gitmenizi engelliyor, takılıp kalıyorsunuz. Zap yaparken yemekteyiz programına takılmak gibi de değil, biraz daha elit.

Roberto isimli 30larının sonlarında bir eczacımız var, kardeşinin beyanatına göre daldan dala konan, giderken arkasında ne bıraktığını düşünmeyenlerden. Kardeş 20lerinin sonlarında, üniversiteyi bırakmış, part time işlerde az para kazanan, Yuri isimli bir sevgilisi olan bir gay.
Anne ve babaları artık emekli olmuşlar, aşık bir çift, göl kenarında country hayatın tadını çıkarıyorlar.

Filmde aslında 3 yaş grubunun ilişki hikayelerini seyrediyoruz. Biraz aşkı sorguluyoruz, biraz değerleri. Eski türk filmlerine seslenen bir ameliyat yaşıyoruz, ama bizdeki kadar baskın değil bu durum. Ölümün kıyısındna döndükten sonra hayatın ne kadar tatlı olduğunu da hatırlatıyor hafifçe.

Unutmadan Bellucci'de var filmde, as usual vucudunu sergiliyor. İyi ki sergiliyor, zira filmin ortalarına doğru üzerinize basan rehaveti vay be diyerek atıyorsunuz.

Bu aralar moviemax festival'de oynuyor. Denk gelirseniz seyredin.

Bir başkadır benim ülkem

2008 yılında değiştirilen Milli Eğitim Temel Kanununun 51 inci maddesi 4. ve 5. fıkraları Milli Eğitim Bakanlığına tahsisli Hazine mülkiyetindeki taşınmazların (yani devlet okulu arazilerinin) özelleştirilerek satılabilmesine imkan tanınmıştır.

Örnekleyelim hemen: Kabataş Lisesi, Galatasaray Lisesi ve Üniversitesi

Nasıl savunuyoruz bu güzide fikri? Oradan elde edilecek gelir ile ülkenin bir çok noktasında bir çok eğitim kurumu açılacak diyerek.

Biraz hin düşünelim, biraz geçmişi araştıralım. Bakalım aklımıza neler gelecek?
Biraz google kullanıp mesela vatan caddesinin filan eski fotoğraflarına bakın.
Sonra bugün okullarda neler öğretildiğine dikkat edin.
Nasıl yaşamak istediğinize bakın.
Son bir rüzgar ile toplanan askerlere göz gezdirin.

Bir de 12 Eylül 2010 referandumunu düşünün.

Alışık değiliz ama, bu aralar beynimizi geleceğimiz için çalıştıralım. Kim bilir belki????

Tuesday, July 27, 2010

Hayat & Aşk

-YORUMSUZ-

Uhde ve Ukde

Yeni gazete yazarcıkları dönem dönem bazı kelimelere sararlar.
Eskiden sözlükler vardı, bir kelimenin anlam veya yazılışında takıldık mı açar bakardık. Az bir şey de olsa zeka gerektirirdi.
Şimdi tdk.gov.tr var, tıklayıp bakacaklar. Ne kolay değil mi?
Değil tabii....

Son dönemde çokça gözüme çarptığı için yazıvereyim dedim:

Uhde: sorumluluk

Ukde: içe dert olan şey

O aradaki bir harfçik anlamı komple değiştiriyormuş.

Özellikle sabah gazetesi yazar ve editörlerinin acilen öğrenmesi gerekiyor.

Fazıl Say ve Diğer lafacan, afacan ama kifayetsiz muhteris yavşak sürüsü

Klasik müzik dinlemeseniz dahi Fazıl Say hakkında Dünya çapında yazılan, çizilen makalelere google sayesinde bakabilirsiniz.
Şuna geliyorum bu adam yavşak sıfatını kullanmasaydı da farklı birşey yazaydı zaten bunları konuşamıyor olurduk.Benim eğlenceliğim şu oldu, fikir belirtmek için kıvranan sanat camiamız beni çok eğlendiriyor gerçekten.Dünyayı geçtim Avrupa'da veya yakın komşularımızda bile bilinmeyen artiz/şarkıcı camiası laf atmak için can havliyle yarış peşinde..sormazlar mı seni takan mı var diye..
İşte en has yavşaklık işin burasında bence..Mevzu arabesk dinlemekte değil ben biliyorum ki fazıl say'da buna değinmiyor arabesklik yavşaklığı tamda bu işte.O kadar yavşaklar ki adamın lafına takılmışlar, geçin kardeşim adamın lafını, yok yüksek kültür alçak kültürü eziyormuş da, ezilen halk arabesk dinlermiş de..fasa fiso..Seni bilen yok kalkıp adamla laf yarıştırıp yavşakça kendini göstermeye çalışıyorsun..Ne okuduğun kitap var, ne yazdığın yazı var kalk sen bu adamla göt yarıştır.
Ben yemem..yiyen varsa beri gelsin...Özellikle müzisyen ve çakma müzisyen yazar tayfası burda kulvar koşusunda..varsa yoksa bize kalkıp yavşak diyemez kimse diye ahkam kesiyorlar..ya bi git be abi..

Yazasım var ama yazamıyorum

Hergün buraya birşeyler çiziktirmek maksadıyla bir önceki gün yarın şunu yazabilirim, vay bak onu yazsam bomba olur gibi manşetlerle geliyorum ama yazamıyorum.
Bence buna blogger kabızlığı desek yeridir..
Bir de yazmak isteyip de yazamadıklarım var bunlarda başka boktan sebeplerden dolayı buraya gelmiyorlar.
Baksana yine zaten yazamıyorum..bu blog olayı değil de yazmak, yazamamak,yazmaya mecali olmamak .
Belki bu satırları yazarken kendime açılış yaparım..

Bir tek annem/babam olsun bana bir şey olmaz

Annem yaklaşık 66 yaşında. Geçenlerde bir şey konuşuyorduk, ağladı arada annemi özledim diye.
Düşündüm de aslında bende özledim annemi. Sağlıklı olduğu zamanı, konuşabileceğimi bildiğim zamanı. Hatta hiç istememiş olsam da yardım edeceğini bildiğim zamanı.

Hatırlıyorum beraber birer sigara yakıp, cam önünde kahve içtikleri zamanı. Sorun varsa sessizce konuşurlardı. Sonra oturma odasındaki divanda uyurdu biraz annem, dinlenirdi orada.

Ben derdimi anlatamam oysa ona hiç. Uyuyamam da orada. Eskiden yazlıkta huzur bulurdum, uyuyabilirdim orada. Şimdi ise ne gidesim var oraya, ne de uyuyasım. Oysa en çok ben istemiştim o evi. En çok ben sevmiştim, döşerken en heyecanlı olan bendim. Hatta orada nişanlandım ben, 1 Temmuz. 24 Temmuz onların evlilik yıldönümleri. Bir kaç senedir, adam gibi kutlamadığımız, hatta benim düzenli olarak unuttuğum evlilik yıl dönümleri. Oysa eskiden hepimiz ne kadar meşgul olursak olalım giderdik. Şampanyalar patlatırdık, hep beraber mutlu olurduk.
40. seneleri idi bu sene. İyisi ve kötüsü ile, ama her zaman saygı duyup her zaman severek geçirdikleri 40 sene. Bir 10-12 sene de öncesi var ilişkilerinde. 50 yılı aşkın beraberler yani.

1 seneyi zor bitiren tüm ilişkilere inat, 50 sene...

Birer sigara yakıp, kahve koyup uzun uzun anlatasım var ilk defa, ama üzebileceğim bir annem yok artık. Biliyorum anlatsam dinler, biliyorum teselli eder, biliyorum güç verir. Ama kalan azıcık gücünü ben sömüremem artık.

Bor'un pazarı geçmiş yine, ben diğer eşeklerle beraber Niğde yolundayım.

Ben var hiç sevmemek

Sevemedim bu halimi ben.
İçiniz ne kadar ölü ise, elinizden çıkan her şeyde o kadar cansız, o kadar tatsız, o kadar manasız.

İlk pilavımı yaptığımda, boyum pek yetmiyordu tezgaha :) İlk börek yapışım, sanırım 19-20 yaşlarında. İlk kekimi 11-12 yaşlarında iken yapmıştım.
Poğaça yapmayı hiç beceremedim ben. Hep garip oldular, hiç bir tarif, hiç bir fırın, hiç bir püf noktası ile olmadı olmadı.
Aman o da eksik olsun deyiverdim, geçti.

Cuma günü yine mutfağa giresim geldi, eve girmeden alışveriş yaptım biraz. Sıcağa inat girdim mutfağa. Aynı geçen sene bu zamanlar gibi, mutlu olduğuma inanamaz olduğum günler gibi. Tek fark bu sefer mutlu değilim, olmadığıma inanamıyorum bile. Sonra düşündüm, kaç pms geçirdim diye. En az o kadar hakkı vardı başkalarınında bana hayatı zehretmeye. Olsun dedim, pişirmeye devam ettim. Bir tencere kuru sebzelerden dolma, bir tavuklu patatesli börek. Oh ikiside güzel oldu. Bir güven geldi sonra, hadi dedim bir de kek yapayım, düzeliyor bak her şey dedim hatta kendime.

Olmadı ama o kekler. Birincisinde üstü yandı. İkincisinde altları. Her zamanki tarif, her zamanki ısı. Olmadı bir türlü. İnat ettim gerçi, yapacağım yine. Doğru ısıyı, doğru tadı, doğru karışımı bulana dek denemeye devam edeceğim.

Dün de tavuklu pilav yaptım mesela, elim onun tadını kaybetmemiş sanki ya da bana öyle geliyor, bilmem ki.

Bugün hindi ve püre yapacağım. Eskisi gibi olur mu tadı bilmem, denemeden bilemem zaten değil mi? Ayrıca muhallebi yapmak istiyorum. Muhallebiyi hep anneannem pişirirdi. Benim sevdiğim gibi, bol şekerli. Dibini ben sıyırdım hep, o bir lokmacık dibin ılık tadını vermez ki hiç bir şey. Acaba yine aynı tadı verecek mi? Denemek lazım değil mi? Denemeden bilemem ki.

Bir sürü film seyrettim yine hızla ileri sara sara, adları bile gelmiyor aklıma. Dün mesela yargılanan bir kadın SS subayı vardı, sonra resme meraklı öksüz bir kız ile ilgili bir film, bomboş kafam, ayrıntılar yok.
İki tane çöpe atmalık kitap okudum mesela, biri twilight, diğerinin adını bile hatırlamıyorum. Yine periler, yaratıklar, mahkemeler olan bir kitap. 450 sayfadan hiç mi bir şey kalmaz akılda? Kalmamış işte.

Tarçın kendini aşmak ile meşgul, en son gidip patisi ile digitürkü kapadı ya, nutkumun tutulduğu andı. Salonun kapısı kapalı iken, şayet dışarı çıkmak istiyorsa önce gidip kapının önünde sessiz duruyor, sonra bir tur atıp iki mırk, kapı hala açılmadı ise, tv nin sehpasına çıkıp ekranı kapatıyor. Demek tüm vakit bomboş bir ekrana bakmak ile geçiyor.

Aklım yüzmekte, ama spor salonunun kapalı kıç kadar havuzunda değil. Sıcak ve dalgasız bir denizde, uzun uzun, karayı gözden kaybedene dek yüzmekte. Bütün itişlere inat, su çeker ya insanı içine, o hisse ihtiyacım var. Kollarım bitene dek, ayaklarımın bir çırpışa daha hali kalmayana dek. Sonra sırt üstü bırakacağım kendimi, güneş ısıtıcak, kafam bomboş olacak.

"senin için değerli miyim? yani hayatında bu kadar insan var, ben de aralarından biri miyim? nerden çıktı diye sorma. belki biraz pohpohlanmaya ihtiyacım var" "ama kimin için değerli olduysam hep dışarda kaldım biliyor musun? nasılsa o orda diyerek"
Fil gibi olmak çok kötü, her şeyi hatırlıyorsun sonra, sana verilen her sözü, her acıyı, her tatlıyı.
Nasıl olsa bende hep buradayım değil mi? Dışarıda kalsam ne olur ki? Bunu da yaşatmak lazımdı, hep yaşayan olmaz ya insan, bazen punduna getirip intikam almak gerekir hayattan.

Diyorum ya, ben var hiç sevmemek kendimi bu aralar...