Tuesday, July 27, 2010

Ben var hiç sevmemek

Sevemedim bu halimi ben.
İçiniz ne kadar ölü ise, elinizden çıkan her şeyde o kadar cansız, o kadar tatsız, o kadar manasız.

İlk pilavımı yaptığımda, boyum pek yetmiyordu tezgaha :) İlk börek yapışım, sanırım 19-20 yaşlarında. İlk kekimi 11-12 yaşlarında iken yapmıştım.
Poğaça yapmayı hiç beceremedim ben. Hep garip oldular, hiç bir tarif, hiç bir fırın, hiç bir püf noktası ile olmadı olmadı.
Aman o da eksik olsun deyiverdim, geçti.

Cuma günü yine mutfağa giresim geldi, eve girmeden alışveriş yaptım biraz. Sıcağa inat girdim mutfağa. Aynı geçen sene bu zamanlar gibi, mutlu olduğuma inanamaz olduğum günler gibi. Tek fark bu sefer mutlu değilim, olmadığıma inanamıyorum bile. Sonra düşündüm, kaç pms geçirdim diye. En az o kadar hakkı vardı başkalarınında bana hayatı zehretmeye. Olsun dedim, pişirmeye devam ettim. Bir tencere kuru sebzelerden dolma, bir tavuklu patatesli börek. Oh ikiside güzel oldu. Bir güven geldi sonra, hadi dedim bir de kek yapayım, düzeliyor bak her şey dedim hatta kendime.

Olmadı ama o kekler. Birincisinde üstü yandı. İkincisinde altları. Her zamanki tarif, her zamanki ısı. Olmadı bir türlü. İnat ettim gerçi, yapacağım yine. Doğru ısıyı, doğru tadı, doğru karışımı bulana dek denemeye devam edeceğim.

Dün de tavuklu pilav yaptım mesela, elim onun tadını kaybetmemiş sanki ya da bana öyle geliyor, bilmem ki.

Bugün hindi ve püre yapacağım. Eskisi gibi olur mu tadı bilmem, denemeden bilemem zaten değil mi? Ayrıca muhallebi yapmak istiyorum. Muhallebiyi hep anneannem pişirirdi. Benim sevdiğim gibi, bol şekerli. Dibini ben sıyırdım hep, o bir lokmacık dibin ılık tadını vermez ki hiç bir şey. Acaba yine aynı tadı verecek mi? Denemek lazım değil mi? Denemeden bilemem ki.

Bir sürü film seyrettim yine hızla ileri sara sara, adları bile gelmiyor aklıma. Dün mesela yargılanan bir kadın SS subayı vardı, sonra resme meraklı öksüz bir kız ile ilgili bir film, bomboş kafam, ayrıntılar yok.
İki tane çöpe atmalık kitap okudum mesela, biri twilight, diğerinin adını bile hatırlamıyorum. Yine periler, yaratıklar, mahkemeler olan bir kitap. 450 sayfadan hiç mi bir şey kalmaz akılda? Kalmamış işte.

Tarçın kendini aşmak ile meşgul, en son gidip patisi ile digitürkü kapadı ya, nutkumun tutulduğu andı. Salonun kapısı kapalı iken, şayet dışarı çıkmak istiyorsa önce gidip kapının önünde sessiz duruyor, sonra bir tur atıp iki mırk, kapı hala açılmadı ise, tv nin sehpasına çıkıp ekranı kapatıyor. Demek tüm vakit bomboş bir ekrana bakmak ile geçiyor.

Aklım yüzmekte, ama spor salonunun kapalı kıç kadar havuzunda değil. Sıcak ve dalgasız bir denizde, uzun uzun, karayı gözden kaybedene dek yüzmekte. Bütün itişlere inat, su çeker ya insanı içine, o hisse ihtiyacım var. Kollarım bitene dek, ayaklarımın bir çırpışa daha hali kalmayana dek. Sonra sırt üstü bırakacağım kendimi, güneş ısıtıcak, kafam bomboş olacak.

"senin için değerli miyim? yani hayatında bu kadar insan var, ben de aralarından biri miyim? nerden çıktı diye sorma. belki biraz pohpohlanmaya ihtiyacım var" "ama kimin için değerli olduysam hep dışarda kaldım biliyor musun? nasılsa o orda diyerek"
Fil gibi olmak çok kötü, her şeyi hatırlıyorsun sonra, sana verilen her sözü, her acıyı, her tatlıyı.
Nasıl olsa bende hep buradayım değil mi? Dışarıda kalsam ne olur ki? Bunu da yaşatmak lazımdı, hep yaşayan olmaz ya insan, bazen punduna getirip intikam almak gerekir hayattan.

Diyorum ya, ben var hiç sevmemek kendimi bu aralar...



1 comment:

  1. Hmm.. Bak bunları da çekti canım şimdi. :)
    Yemek yapmaya başlamak benim için kendini sevmek demek ama!!!
    E.

    ReplyDelete