Saturday, September 26, 2009

Sıkıldım

Bre yalnızım. Bre yanımda; yüzü boynuma sığacak biri uzun süredir yok. Bre nasıl yoruldum. Tüm yüzler mi büyük gelmekte boynuma?

Hala, içtikçe aynı kadın doluyor boş kalan yerlerime. Değişmemiş. E değişmesin. Değiştirmesi muhtemel olan, değiştirmek istemedikten sonra ne gam?

İşte bir hafta sonu akşamı... Sıkışıp kaldım ofise... Yorulacak kadar çalıştırdım kendimi... Gidesim olmayan bir ev ile kalasım olmayan bir ofis arasında; isteksiz ve mecburi bir seçimin sonucundayım. Kırdım dizimi, internet ortamına aktım yine... Canım Dumas'ın Üç Silahşör'ünü yeniden okumak istiyor.

Bre sıkıldım. Bre ses kalmamış. Bre geçmez olmuş saatler.

Tayfun'umun dediği gibi: "Ha bire uğraşıyorum, ikiye varam diye"...

Nerede benim ikim? Benim bir kadınım var mı yaşayan? Gelip akacak mı içime? Alacak mı yalnız kalan yerlerimi? Yoksa düş mü?

Friday, September 25, 2009

Yapaylık, Tavuk ve Yumurta

Doğal çevremizde olmayan ve insan tarafından yaratılan her şeye yapay diyebiliriz. İşin içine insan girdiğinde ve insanı “insanlar” olarak genişlettiğinizde, elde edilen toplum da bu yapaylıktan nasibini alıyor. Yapay; iki anlamı ile sürekli içimizde aslında… İlk anlamı “samimi, içten olmayan”… Diğeri de işte ilk cümledeki gibi, ağırlıkla bilim adamları ve mucitleri de içeren; keşfetme ve yaratma ile karşımıza çıkanlar…

İlk anlamına bir göz atalım: Bugün sürekli iletişimde olduğumuz çevremize, olabildiğince dışarıdan ve tarafsızca bakabilirsek neler görürüz? Yapay gülümsemeler, yapay nezaket gösterileri, yapay onaylamalar, yapay “ben senin yanındayımlar”, yapay sevgiler ve mutluluk tabloları…

Peki gördüğünüz hangi öfke, hangi kıskançlık, hırs, bencillik ya da hangi aldatma, yarı yolda bırakma, arkadan iş çevirme, sırttan vurma ve düşmanlık yapay?

İçimizde erdem dediğimiz her şey yapay mı? Doğal olan, kendimize sakladığımız kötü yönlerimiz mi? Kaza yapan iki sürücünün birbirleri ile kavga etmeleri mi yoksa birbirlerine geçmiş olsun demeleri mi daha doğal geliyor?

Gelelim ikinci anlamına… İşte insanoğlu; bu yukarıdaki “buluttan nem kapan” yapısıyla neler neler yaşamadı ki… Savaşlar, ihanetler, hatta işte keşifler ve icatlar…

Şüphecilik, bilim adamlarının olmazsa olmazı… Ancak ince bir çizgi var şüphecilik ile paranoya arasında… Yüzyıllarca, bilimle uğraşan adamlar az çekmedi “deli” etiketlerinden. Kimileri yakıldı, idam edildi ya da dışlandı. Dünyanın güneş etrafında döndüğünü ilk söyleyen; M.Ö yaşamış Yunan matematikçi Pisagor’du ama aynı teoriyi Ortaçağ’ın sonlarına doğru ortaya atan Galileo’nun başına gelmeyen kalmadı. Demek ki zamanlama çok önemli…

Aynı şekilde Galileo da Nostradamus da yıldızlara baktılar. Biri pozitif bilimle, diğeri kehanetle ilgilendiğinden olsa gerek, Nostradamus el üstünde tutuldu. Kaldı ki kendisi de Fransa’da saray doktorluğu yapmış adamdı. Demek ki aynı şeye baksanız bile, çıkardığınız ve sunduğunuz sonuç farklıysa, göreceğiniz muamele de farklı olabiliyor.

Bugün bilim inanılmaz bir hızla ilerliyor. Bilim adamları da saygınlıklarını kazandı. Demek ki değişim de insana özgü, kabullenmek de… Sonuçta kesin olan, doğrunun zamanla ortaya çıktığı… Kesin olmayansa ne zaman ortaya çıkacağı…

Yumurtanın tavuktan, tavuğun da yumurtadan çıktığı kesin aslında ama bakış açıları demiştik ya hani… İşte bazen yumurtadan horoz da çıkabiliyor. Kimileri yumurtladıkları için el üstünde tutuluyor, kimileri de erken öttüğü için kesiliveriyor.

Toparlayacak olursak; insanoğlu çevresini her iki anlamı ile yapaylık kavramından beslenerek örüyor. Aradaki çatlaklar; doğal olmaya karar verdiğinde, keskin sirkeleşmesinden kaynaklanıyor. Demek ki ne ka yapay, o ka insan!... Bu mudur?

October 31


Nasıl bir Halloween'im geldi anlatamam
Kabaklar oyasım, eve süsler düzesim
Cadı kostümleri giyesim var
Dahası Martha abla olucam haberiniz yok

Müstakil ev, bol para, işim iyi sayılır aynı kalsın, bol vakit...

Kozalakları boyayıp yılbaşı süsü yapmayan Seden ne olsun!!!!




Wednesday, September 23, 2009

Time after time...

Lying in my bed I hear the clock tick,
and think of you
caught up in circles confusion--
is nothing new
Flashback--warm nights--
almost left behind
suitcases of memories,
time after--

sometimes you picture me--
I'm walking too far ahead
you're calling to me, I can't hear
what you've said--
Then you say--go slow--
I fall behind--
the second hand unwinds


if you're lost you can look--and you will find me
time after time
if you fall I will catch you--I'll be waiting
time after time

after my picture fades and darkness has
turned to gray
watching through windows--you're wondering
if I'm OK
secrets stolen from deep inside
the drum beats out of time--

if you're lost...

you said go slow--
I fall behind
the second hand unwinds--

if you're lost...
...time after time
time after time
time after time
time after time
 --------------------------------------------

it's been dedicated our worst enemy..time..our mutual enemy..

Bayram Bitti Ya....


Bir kırmızı ayakkabı giymeden geçti...
Buna yanarım

Tuesday, September 22, 2009

Yazı..Kayan yazı..Kaymaz..kaymak..pastörize..süt

Bazen yazmaya karar veriyorum, o karar anından sonra yazıyı yazacak hal kalmıyor. Bir süre daha yazamayacağım sanırım. Aslında o kadar çok istiyorum ki yazmak..beynimden kelimeler, cümleler o kadar hızlı akmaya başlıyor ki..elimde değil..tutmuyorum hiç birini..bıraktım gittiler..biraz dolaşsınlar..saldım hepsini..bir vakitte gelecekler..işte o vakit yazı zamanı olacak..elinden tutup oturtacağım ve yazmaya başlayacağım..bu vakitsizlik yüzünden vücudumda isyanları oynuyor aylardır..sabah 4,5 gibi kalkıyorum..sanki önemli bir iş yapacakmışım gibi..oysa sadece uyanıveriyorum..sadece kalkmış oluyorum..sanki önemli bir yazı yazacakmışım gibi..oysa sadece....

Kestane


Havalar soğuyup da köşebaşlarında kestane kebapçılar çıktığında, artık kış geldi dersiniz.
O ufacık kesekağıdında eliniz ısınır.
Kestane kebap yemesi sevapppp


Bizler çocukken daha bir kıymetli idi şekeri,her yerde bulunmazdı. Bursa'dan gelen her misafirin eline heyecan ile bakılırdı. Alışveriş merkezleri yoktu ki,
her birinden içeri girildiğinde sadece şekeri ile değil, çeşit çeşit kestane bulunsun.


Sobadan bahsediliyordu ya geçen gün, ordan aklıma düştü namussuz...
Sobalar tedavülden kalkalı beri mini fırının ızgarasında evi sıcak kokusu ile saran, canımın içi kestane

İftar Sofrası


Buraya kopyalayayım bunu, kalmasın oralarda boynu bükük, neticede bir ailenin alışkanlıklarının notu...

Eylül, 2008
Köklerimizin indiği yerlerle bağlantılı olarak sofralarımız renklerini her gün dökselerde ortaya, ramazan geldi mi, nefisler sınandığında daha da fazla renk geçer akıllardan ve gelir sofralara.
Evcek alışkanlıklarımıza sıkı sıkı bağlanmayı marifet bilenlerdeniz. Çorbasız iftar sofrasına oturulmaz, ama bunda da babadan kaynaklı kurallar vardır. Ya süzme mercimek yapılacak ya da düğün çorbası. Davetli olunan yerlere bile hiç çekinmeden söylenir baba tarafından "ya bunları yapın ya da ben yanımda getireyim". Süzme mercimek dediğiniz bile evden eve farklılık gösterebilir. Bizce makbul olan önce soğan kavrulacak mercimeği patatesi ve havucu eklenip kaynatılacak. Pişince blendırdan geçirilip hiç pütür kalmaz hale varacak ve içine tereyağı atılıp sıcağında eriyecek. Eskaza tereyağı yakayım biber koyayım dediniz mi el tersi ile itilecek.
Çorbanın akabinde baba namazına giderken, fırındaki börek kontrol edilecek. Bir gün önceden kalan börek gelmez sofraya; tercih edileni elde açılan olsa da annenin aldığı yaşlar artık hazır yufka kullanımına da müsamaha gösterilirir. Lakin böreğin içi tartışmaya açık olmaz. Ya ıspanak-beyaz peynir-karabiber-yumurta yada az kıyma ile rendelenmiş haşlanmış patates soğan karışımı. Börek asla kalın hamur içi olamaz, dışarıdan bakıldı mı içi gözükmelidir. Bu da baklava yufkasını mecburi kılar.
Baba namazını bitirip sofraya döndümü önce iftariyeliklerini atıştırmaya başlar, sıcak pidesi peynirleri ve ev yapımı reçelleri. Arada kayısı ve cevizinide atar mutlaka ağzına. Mutlaka pidesini açıp içine özenle yerleştirecektir canının çektiğini. Reçelde mutlaka anne elinden çıkmış olacaktır, marketten bir kavanoz kapılıp sofraya konamaz.
Açlığın o ilk halleri gidince, ana yemekler gelmeye başlar. Anne sebze için savaş verirken baba ısrarla iftarda neden balık pişirilmediği konusunda ki mutad serzenişine başlar. 30 günde ancak bir kez başarsakta anneyi balık yapmaya razı etmeyi her gece mutlak bir konuşması geçer.
Bayat pidelerin birikmesi babanın ana yemeği yapacağı günün yaklaştığının habercisidir. Özenle minik minik doğranır pideler, tepsiye yerleşip fırınlanır. Sabahtan kuzu etleri minik minik doğranıp özel sosuna yatar. Bir kaç saat dinlenince konur çelik tencereye başlar pişmeye kısık ateşte. Rendelenmiş domatesler katılır sonra yanına. Uzun uzun saatler acelesiz pişer. Sarımsaklar ayıklanır, mutlak havanda dönülür, modern sıkma aletlerine yüz verilmez. Yoğurt dolaptan çıkar oda sıcaklığına gelir, uzun uzun karışır sarımsakla pürüzsüz halini alana dek. Sıcacık pidelerin üzerine önce etler yayılır, sonra da yoğurt.
Sofra toplanır ve kahve ateşe sürülür. Tatlı faslının yerini meyve aldı son senelerde, arada bir kaçamak ancak... O da ekmek kadayıfı, kaymaklı... Fatih'ten alınmalı, hep aynı eski ustanın elinden.

Güzellik

Buranın güzelliği ne biliyor musunuz?
Gereksiz konuşmalar yapmamak
Çene ishalinde değil, sadece gereken kadar konuşmak yazmak
Ne eksik, ne fazla
Tam kararında