Tuesday, January 25, 2011

Yıl 1965...

Bulanıklaşmış görüntüler ve silikleşen, birer fısıltı haline gelen sesler... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker flulaştığını anladığında ne yapmalı insan? Kesintisiz, net ve çıplak biçimde hatırlanabilen son şey sadece bir isimse artık, ne yapmalı?

Gökyüzüne doğru yükselen solgun, gri, dışı da içi de hapis binalarla örülü sokaklar... Bu sokaklardan oluşan caddeler ve işte bu caddelerden örülü bir şehrin tam göbeğindeysen; tüm şehrin bir hapishane olduğu gerçeği ile burun buruna yaşarken günlük havalandırmaları, voltaları; hatta bu koca hapishanede her an bir yaşam kavgasının tam da ortasındaysan eğer...

Bir çırpıda okunan sürükleyici bir romanı, bitirmiş olmanın huzuru ile kitaplığın raflarına kaldırdığında; bunca sevdiğin ve değer verdiğin kitabı yıllarca belki yerinden bir daha almayacak olman garip değil mi? Bunca sevdiğin ve seni sürükleyen, bir solukta tükettiğin bu kitap, belki diğerleri arasında sayfaları en hızlı solacak olan kitapsa, bu nasıl bir değer vermedir? Okudun ve bitirdin! Bu mudur?

Hızla soluklaşan sayfalar, toz tutan sayfa kenarları... Bir kitabı okunmuş kılan ne varsa herbirinin tek tek terkedilmişliğe bulandığını anladığında ne yapmalı insan? Kitabın sırtına gözün değdikçe hatırladığın ve “ben bunu okumuştum, güzeldi” diyerek bir başka kitaba yöneldiğin her an için nasıl bir hesap sorulmalı?

Yıl 1965... Kameranın arkasından bir ses yükselir: Motor!.. Metin Erksan’ın sesi, Sevmek Zamanı adlı filmin siyah beyaz karelerini ardı ardına iliştirmektedir birbirine... Siyah beyaz bir film için fazla renkli bir mesleğe sahiptir Halil... Adada ustası ile boyacılık yapmaktadır. Boya işlerine başladıkları bir köşkün duvarında bir fotoğraf görür Halil ve fotoğraftaki surete aşık olur. Bu aşkı hisseden Meral, kendisine fotoğrafından aşık olan Halil’in aşkına yanıt verir. Halil ise sadece bu surete aşıktır.

Yıl 2010... Siyah beyaz fotoğrafların solması için güzel bir yıl... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker soluklaştığı zamanlar... Fonda karışık ve kalabalık bir Çiçek Pasajı sesi... Siyah beyaz filmlerin, kaytan bıyıkların, briyantinli saçların zamanından gelen bir taş plak... Sazlar bir taksim geçerken, güftenin üzerine binen bir Müşfik Kenter sesi... İnce, uzun ve artık çok eski rakı kadehlerinin birbirine değdiğinde çıkardığı puslu ve geçmişten gelen çınlamalar... Dışarıda soğuk bir istanbul gecesi... Yağmurun altında 1965 model otomobiller... Birçoğu direksiyondan vitesli... Birçoğu henüz daha düşmemiş Bostancı-Taksim dolmuş hattına... Bunun için daha çok zaman var.

Çiçek Pasajı’ndan çıkarken, arkasında hüzünlü bir akordeon sesi bırakan genç ve sarhoş bir adam... Çıkmadan önce mekana son bir bakış ve gecenin, yağmurun insafına bırakış kendini... İstiklal yerine Tarlabaşı Bulvarına sapan ayaklar... Parke taşlarda yankılanan topuk sesleri, bundan 2 yıl sonra kapının önüne gözü yaşlı bir kadın tarafından bırakılacak bir çift ayakkabıya ait... Ölüm, ardında yaşanmışlıklar bıraktığı için olsa gerek, hep birileri için kırılgan olacak.

1965 ile 2010 arasında herhangi bir yıl, herhangi birgünün herhangi bir saatinde, herhangi bir Müşfik Kenter, Çiçek Pasajı’ndan çıkıp yağmura ve solgun kente bıraktığında kendisini; keskin ve çıplak bir şekilde hatırlanan tek şey belki bir suret olacak. Çoğu zaman ismi bile bulanıklaşmış bir suret...

Ve bu kentin binalarının içini ne kadar rengarenk boyasa da boyacılar duvarlardaki aşık olunası fotoğraflar için; kentin suretini çizen dış yüzeyler hep gri, bulanık, flu kalacak... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa; bir kentin suretinde bulanık, yarası alışıldık bir iz olarak solacak...

No comments:

Post a Comment