Sunday, November 27, 2011

Ot kadardık

Ve eğitilmeye mahkum edilmiş köpekler gibi dağıldık, eğitim alanının dört bir yanına… Peşimizde koşturan eli sopalı adamlarca canımız yakıldı, sıraya dizildik ve baş eğmeyi öğrendik ilk olarak… Ardından da tek sıra halinde durmayı…

Gökyüzünü şemsiye sandığımız mutlu günlerimizde yağdı ilk yağmurlar. Sırılsıklam sığındık kuru kalan içimize… İçimiz kuruyken, dışındaki ıslaklıktan daha güven verici olmuyormuş, bunu da öğrendik.

Kendi kendimize en narin olduğumuz zamanlardı; yanımızda anamızın babamızın olduğu, bize kol kanat gerdikleri zamanlar. Şımarabileceğimiz kadar şımarabiliriz sandık. Hayatın önümüzde diz çökeceği günleri bekledik umutla ve inançla… Sonra beklediğimiz gün geldi ve büyüdük. Biz büyüyünce, ayaklarımızdaki ayakkabıları ve çorapları çıkardı hayat ilk olarak. Sonra yürüttü cam kırıkları ile dolu yollarda… Yere sağlam basan her yerimiz kanadı.

Kendimize, kendimiz gibi insanlar bulduk zamanla… Yamadık yanımızı, yöremizi… Kanayan ayaklarımıza daha az yüklenerek, birbirimizin omuzlarına dayandık. Kimi zaman biz aldık ağırlığı, kimi zaman onlara yüklendik. Uçurumun kıyısına geldiğimizde, elimizden tutup çeken de oldu içlerinde, daha hızlı düşmemiz için iten de… Sonra baktık olmayacak, bireysel hareketlerin sınırlarını araştırmaya karar verdik. Ya kanasa da kanasın, tek başımıza ayakta duracaktık; ya da işte oturup kıçımızın üstüne, son darbeyi bekleyecektik.

Otomatik, zaman ayarlı ve günün belli saatlerinde belli eğimlerle, açılarla çalışan fıskiyelerin altında boy gösteren yüzbinlerce çimen gövdesinden biriydik. Bunu öğrendik. Payımıza düşen su için kavga etmeyi, üzerimize hasbelkader denk düşen su damlasından kana kana içmeyi, kökümüze değen serinliği sonuna dek soğurmayı öğrendik. Ama az biraz boy atıp sivrilince, tepemizden geçen ve her birimizi aynı hizaya getiren çim biçme makinelerine kurban verdik sonunda, büyüttüğümüz, farklılaştırdığımız her yerimizi…

Baktık böyle de olmayacak; kendimizde ne varsa sorgusuz sualsiz vereceğimiz bir başka ota kaptırdık kendimizi… Rüzgarda salınışına, fotosentez yapışındaki asaletine, en olmadı rengine vurulduk. Ne kadar spor varsa üzerimizde, aktardık ona… Ya da o bize… Yeni otlar büyütmeye çalıştık. “Sen” dedik onlara, “Benim yaptığım hataları yapma!”

Ve büyüdü sonra… Yaşadığımız ne varsa aynısını yaşayarak; her iki ottan aldığı tüm salak genlerin hakkını vererek, o da bir çim biçme makinesinin altında tek tip hale geldi. O zaman anladık, yaptığımız tek hatanın; o ana kadar olanların kendi hatamız olduğuna inanmak olduğunu… Artık sararmış, sökülüp atılacak ayrık otları haline gelmişken fark ettik, asıl kavganın eli sopalı adamlarla başladığını… İlk baş eğişte kaybettiğimizi bu savaşı ve bir daha asla kazanamayacağımızı…

Tam bunları anlatıp konuşacakken, koca bir öbek inek bokunun tepemize düşüşü ile sona erdi, yeşilden sarıya çalan hayatlarımız. Şanslıysak kurutulup tezek olmayı beklemeyecek, karışıp kendi yaşadığımız ve büyüdüğümüz toprağa, humusa bulanmayı dileyecektik. Şanssızsak eğer, bir sobanın yüksek ateşinde bitecekti macera…

Eğitilmeye mahkum köpekler gibi, bir it dalaşının sonunda yitirdik her şeyimizi… Koca bir ömür, ottan ve boktan ibaret yaşayıp, sonunda gübreleşmeye soyunduk. Kokabildiğimizce kokarak aldık kimi zaman intikamımızı… Kimi zaman da işte sessiz sedasız dağıldık, toprağa karıştık.

Ne yaşadık diye sorarsanız; işte hepi topu bir ot kadardık.  

1 comment: