Wednesday, April 28, 2010

Özgürlük ve Halkla İlişkiler...




Aslında herşey “seçme” ya da “seçmeme” özgürlüğümüzden kaynaklanıyor. Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünde örneklediği; “Bir ABD vatandaşının bir alışveriş merkezinde, bir gün içinde yaptığı seçimlerin sayısı; Asyalı bir köylünün köyünde yaşarken bir ömür boyunca yaptığı seçim sayısından fazla olabilir” çıkarımı, aslında dönüp dolaşıp bizi çağımızın mesleklerinden birine, Halkla İlişkiler’e getiriyor.

Peki nedir bu Halkla İlişkiler? Bir Halkla İlişkiler şirketi; kavram olarak önce kendisini, sonrasında da hizmet verdiği kurumu, otomatik olarak halktan soyutlar. Halk ve bu iki şirket, iki ayrı taraf haline gelir. Gelmezse, “halkla ilişkiler” bütünlemesinin sözcük anlamı ortadan kalkar zaten. Bu artık bir “dış iletişimdir”... X firmasının halkla arasındaki ilişkidir.

Halkla ilişkilerin ana amacı, seçme ya da seçmeme özgürlüğüne doğrudan müdahale etmektir. “Bu ürünü, bu hizmeti seç. Çünkü....” ile başlar bu süreç... “Onu seçme, bunu seç!”

Teknolojinin ve rekabetin giderek sınırsız bir dünya düzeninde, global olarak gerçekleştiği günümüzde; ürün ve hizmetlerde farklı “seçilebilirlik” kriterleri oluşturulması zounlu hale geldi. Aslında Halkla İlişkiler de işte tam bu noktada devreye girdi. Teknolojik olarak birbirinin aynısı iki bulaşık makinesi arasında seçim yapma kriterleri, o makinenin hayatımıza kattığı birincil işlevin dışına itildi, başka bir yere oturtuldu. “Görevi zaten bulaşık yıkamak, bu önemli değil. Asıl önemli olan çevreye duyarlı oluşu”... “Evet, bu bulaşık makinesi ama tasarım ödülü sahibi”... “Biz de aynı bulaşık makinesini yapıyoruz ama genç tasarımcılara destek veriyoruz”... Bla bla bla...

Sonunda ulaştığımız nokta ise sadece tüketim... Şunu kesinkes kabul etmeli ve böylece en azından rahatlamalıyız ki; tüketmeme gibi bir özgürlüğümüz yok. Seçme ve seçmeme özgürlüğü, konusu ne olursa olsun tüketim ile başlıyor. Zinciri geriye doğru izlediğinizde, aslında özgür olmadığımız, dayatılan, totaliter bir “tüketeceksin” baskısından; kendimizi “birey” sanacağımız bir “seçme özgürlüğüm var” cümlesini çıkarmak, bizi rahatlatıyor ve güç veriyor.

Daha doğar doğmaz üzerimize yapıştırılan ve seçemediğimiz etiketlerimiz var zaten. Din, dil, ırk, cinsiyet gibi... Zamanla bu kulüplerimizi değiştirsek bile, genelimiz ilk yaftası ile yaşayarak ölüyor. Bu nedenle, kalan herşeyde “seçebiliyormuş” gibi davranmayı seviyoruz. Yürümeyi, bir takım tutmayı, kitap okumayı, eşi ve işi ve daha birçok şeyi seçmenin altında yatan ana unsur, tüketim... Halkla İlişkiler ise işte bu “mecburen” seçeceğimiz ya da seçmeyeceğimiz hemen herşey için, bir çeşit “kur yapıcı”, “ilişki inşa edici” roller üstleniyor.

Sözün özü: Mecburen yapılan seçimlerle özgürmüşüz gibi yapmak, artık bizim bir parçamız. Kendimizi iyi hissettiğimiz binlerce model içinden birini seçiyoruz. Marka giyinmeyi, roof’ta bir şeyler içmeyi, eve yürüyerek dönmeyi, X model otomobil almayı, şu yazarı okumayı vb... Bu modelleri üstümüze cuk oturan bir kesimle ve maharetle diken Halkla İlişkiler, aslında hiç de haute couture işler çıkarmıyor. Bir sürü seri üretim elbise içinden birini senin, birini benim için daraltıp ya da genişletip, üstümüze uygun hale getiriyor. Aynanın karşısına geçip kendimize baktığımızda ya “çok güzel olmuş” diyoruz ya da biraz daha bireyselleşme ihtiyacımız kaldıysa, “şurasını şöyle yapsak?” diye fikir belirtiyoruz. Böylece “seçiyormuş” havasına sokabiliyoruz kendimizi... Gerisi laf-ı güzaf...

1 comment:

  1. o seçme işlevini marka haline getiren yeni nesil mini buldumcuklar özel ilgi alanım, kendileri ile uğraşmaktan özel bir zevk alıyorum

    herhangi bir konu ile ilgili, oturmuş bilgi sahibi olmadan, thanks to google bilgilerimin üzerine çıkmadan konuşmak bile abes geliyor.
    seçmek etrafa fark atmak amaçlı ise, haklısın her kelimende
    ama farklı bir dünya da var

    ReplyDelete