Monday, April 26, 2010

Little Big Planet

Pek sayın, sevgili, hatırşinaz Kelem Efendi ile beraber yaşayalı beri, çok şey değişti.
Ben ki ne bilgisayar oyunu, ne atari, ne wii ile baştan çıkarılabilmişim, bu kötü çocuk playstation hadisesine Little Big Planet ile bulaştım. Hatta sanırım biraz bağımlı oldum çok lazımmış gibi...

Nedir bu Little big Planet?
Platform türü bir oyun. İlk bakışta çocuk oyunu şekerim bu, mario gibi atlıyorsun zıplıyorsun topluyorsun puzzle yapıyorsun aha da bu diyor ve aynen yanılıyorsunuz.
Önce bir sack boy/girl'ünüz var. Kendisi oyun başında gayet çuval görünümlü.



Oyunumuz süresince toplayacağınız ıvır zıvırlar ile kendisini gayet süslü püslü hale getirebiliyorsunuz, such as:



Oyunumuzu tek başınıza oynayabileceğiniz gibi, eve çağırdığınız arkadaşlarınızla 2 ya da üstü kişi ile veya online bağlanarak başkaları ile oynayabilirsiniz. Ki oynayınız, eğlencenin dibine vurulduğu anlar bu anlar. Birbirini tutmalar, itmeler, engellemeler derken vakit su gibi, kavgalar ve kahkahalar biçim biçim.
Bir de oyunda bazı bölümler 2 ve üstü player ile oynanabiliyor, ve orada saklı objectler var. bu objectler için extra kafa olmaz ise olmaz.

Oyunumuz bölüm bölüm ilerliyor:
ilk açtığınızda karşınızda 3 opsiyon var: ya oyuna başlarsınız, ya online bağlantı ile diğer kullanıcıların hazırladıkları oyunu oynarsınız ya da kendi oyununuzu yaratırsınız. 1 ve 3 nolu opsiyonlar oyunda size bir endless durum yaratıyor, bıkmıyor, bıkamıyorsunuz. ama oyunun yenisi yine de çıksın!!!!

Oynayacağınız ilk bölüm The Gardens.

En lay lay cocuk oyunu la bu akşama biter bu oyun diyeceğiniz yer. Bölge olarak Avrupa'da geçiyor diyelim.
Sonra The Savannah, olay afrikada geçiyor, ateşler bizonlar filan derken yavaş yavaş olaya kaptırıyorsunuz kendinizi.
Bunu da mı geçtiniz? süper, şimdi güney afrikaya gidebiliriz, Frida'nın düğünü var, an be an delirtse de sizi düğün aksilikleri kapıldınız LBP rüzgarına artık, geri dönüş yok.
Ardından Mexica'ya uzanacaksınız, The Canyons. Sheriff Zapata'ya saydıracağınız anlar gelecek ama bir kaç oynamada işlem tamam olacak.
Geçtiniz Metropolis'e, artık Kuzey Amerika'dasınız. Araba yarışlarımız başlamıştır.
Bitirdiğiniz an yolunuz düşecek Japonya'ya: The Islands. O beyaz uyuz zerzevatları düz yürüyerek geçeceğinizi benim gibi geç fark edersiniz, az bi kastırır, 10 üzerinden 5,5 diyelim.
Hindistan'a uğramadan olmaz tabii, görsel olarak pek neşeli bir bölüm bu.







Benim gibi acemi değilseniz ilk oynayışta bölümü geçme ihtimaliniz yüksek. Arada geri dönüp oynadığımda burada mı takıldım ben yahu diyorum şunun şurası 1 aylık geçmişim ile.
O da ne? son bölümde misiniz yoksa???? Ne çabuk değil mi?
Ne dediniz? 2 güne biter mi oyun?
Ahahahahahah en eğlendiğim an bu an
The Wilderness. Adını boşa koymamışlar... İlk oyunu o gün halledersiniz, ama ikinci oyun için sabır sınırlarınız çokkkkkkk zorlanacak. Yardıma ihtiyacınız olursa el edin, online oynar size kıyak yaparız ücret mukabili meheheheheheheh
Beleşe yok!!!!! Bunker ananızı ağlatacak, sorry guys



en sonunda oyun boyu kurcaladığınız karakterleri sibirya'dan kurtaracak ve bitişin o iğrenç sakinliğini yaşayacaksınız. 41 oyun bitirdiniz, tebrikler.



Ya sonra? biraz bekleme, biraz kendi oyununuzu hazırlama, biraz diğerlerinin emeklerini değerlendirme.

3D Yayın ve uzun süreli seyirde oluşabilecek riskler

Sevgili okuyucu,
Biliyorum daha evinde HD televizyonu bile zar zor seyrederken üstüne bir de 3D televizyon çıkınca sende afalladın.
Haklısın bende afalladım lakin Samsung'un 3D lansmanı yaparken Avustralya'daki samsung'un yerel web sitesindeki uyarıları da dikkate almayı tavsiye ediyorum.

Uzun süreli 3D seyretmek sağlığa zararlıdır, özellikle göze, ailede epilepsi riski varsa seyrederken dikkatli olun demişler..Abartıp şöyle de devam etmişler:
3D modunda da etkiler sonra, oryantasyon bozukluğu, göz yorgunluğunu tutması, algısal düşüklüğe neden olabilir  Bu kullanıcıların bu etkilerin ortaya çıkma olasılığını azaltmak için sık sık molalar önerilir

Tabii ki şunu da düşünmekte fayda var, 3D televizyon almak 3D seyretmek için yeterli değil, daha buna uygun yayın bile yok.
Normal yayınlar bile kaliteli değilken, üstüne HD yayınlar bile azken bir de şımarık TV üreticileri sanki 3D yayın varmış gibi malını satmaya çalışıyor..Sanki 3D TV alınca görüntü de 3D olacak..daha neler!
Oha diyorum !
YAYIN YOK..bu neyin acelesidir anlamış değilim :)
YAYIN YOKKEN NE 3D'si alo diyorum size...Kanmayın bu oyunlara..

Saturday, April 24, 2010

Şu HD Yayın dedikleri ? HD Yayın nasıl seyredilir ?

Sevgili Okuyucu,
Anlıyorum seni de kendince bütçeni ayırıp gazetelerdeki insert'lerden gaza gelip, hele ki Dünya kupası başlıyor, şöyle evime kocaman bir televizyon alayım da pırıl pırıl görüntü seyredeyim derdinle gidip pahalısından bir LCD, bir plazma TV almış ve evin ortasına yerleştirmişsin.
O janjanlı kutuyu açmış, uyducuyu çağırıp tv'yi kurdurmuşsun..
Eh artık diyip eşini, çocuklarını da almış ve tv'yi açmışsın..
Fakat o da ne ! o dünya para verdiğin o güzeller güzeli televizyon hiç net göstermiyor ???
Göstermez..
Çünkü Türkiye'deki birçok kanal henüz HD'ye geçmedi.HD yayın elin parmakları kadar ve seyretmen için
HD receiver alman lazım. HD televizyon HD receiver'sız olmaz.
Elindeki HD televizyon 100 Hz ve üzeri HD sinyallerini çözüp sana pırlanta gibi görüntü sunar ama normal televizyon yayınları 50 hz olduğu için özellikle kocaman televizyonlarda pek net olmayan, seni aldatılmış gibi hissetmene sebep olacak görüntüler verir..
Çözüm 1 adet HD Receiver..
Dikkat  elindeki televizyon HD Ready ise yine HD receiver aldığında pek tatminkar olmayan görüntüler de alabilirsin şimdiden belirteyim. Televizyon seti mutlaka Full HD olmalı.
Bu arada HD receiver'lar seyredeceğin HD görüntüler sadece HD  kanallardır, Diğer kanallar bu receiver olsa da yayın olarak HD olmadığı sürece yine kötü olacaktır.Yani NTV'den yayın olsa da bu kötüdür çünkü NTV HD'ye geçmedi veya CNBCE veya Kanaltürk vs..

Alet şunun gibidir:

Aleti aldığında gerekli ayarları yaptığında o vakit rahat ve keyfinle HD yayının güzelliğini yaşıyacaksın.
Neymiş... HD receiver..
TV satıcılarını da kınıyorum, iş televizyon satmaya gelince TV'yi satıyorlar ama o showroom'lardaki görüntüyü satarken eve gelen tv'lerin o görüntüyü vermesi için HD receiver olması gerektiğini hiç söylemiyorlar.

Friday, April 23, 2010

How to make a proper blogger layout?

Wish i could knew the answer but..you know..i just want to try to fix things..well..
obviously i couldn't ..doh!
ehehehe here is the 65875th. blogger layout right now..

Sorry!

Thursday, April 22, 2010

domatesin kendi tuzu yeter tat vermeye

bu cümleyi kurarken yanımda olan herkese kafam girsin!!!!!

bu kadar sinirliyim, evet!!!!

"Zara" bir daha?

Zara dizaynlarını severim
Fiyatını da severim
Taksitlerini de severim

ama bu sene kullandıkları kumaşlar ve dikiş kalitesi beni deli etmek için seçilmiş herhalde
Aldığım tüm etek ve pantolonları kullanmadan önce terziye verip yan dikişlerini tamir ettirmek zorunda kaldım
Çünkü fasoncuları iplikten kar etmek istemiş olmalı
bu malları geçiren kalite kontrol ekibini tekrar tekrar kutlarım
Umarım iyi indirim almışlardır firmadan

Doğa Gönüllüleri Duyurusu

Yeryüzünün aldığı yağmur oranı 10 yıllık aralıklarda artar. bu sene (2010) dünyanın periyodik olarak en çok yağmur alan yıllarından biri olacak, bu nedenle yediğiniz kayısı, şeftali, kiraz, vişne, karpuz, kavun, erik vb. meyvelerin çekirdeklerini lütfen çöpe atmayın, hele çöp poşetlerine ASLA hapsetmeyin. Mümkünse herhangi bir yerde toprağın 10 cm altına gömün. Üzerine de bir bardak su dökün.

Gömme imkanınız yoksa bi poşette bu çekirdekleri biriktirip yanınıza alın ( yada arabanıza koyun) arsa, tarla, toprak yol kenarı, yamaç gibi toprağı gördüğünüz alanlara bu çekirdeklerinizi savurun, korkmayın bu çevre kirliliği değildir aksine çevre için yeni hayattır. Doğa hemen o yeni çekirdekleri kucaklar ve besler…

Yapacağınız en kötü hareket çekirdekleri poşetlere hapsetmektir ! Bunu yapmayın ve yaptırmayın.

Yapılan çalışmalarda doğaya başıboş atılan yada dikilen bu çekirdeklerin en az yarısının yeşerip ağaç veya bitki olduğu kanıtlanmış.
En büyük israflardan birisi meyve çekirdeklerinin çöpe atılması, ülkemiz adına küçümsenemeyecek büyük bir servet...
Daha yeşil bir ülke için, daha temiz hava için, toprak kaymasını önlemek ve yeni nesillerimize yeşil bir dünya bırakmak için hep birlikte elimizden geldiğince meyve çekirdeği gömelim, savuralım, fırlatalım…

Bu uygulama TEMA tarafından başlatıldı ve bilinçli toplum olarak bizlerin desteklerini bekliyor, Doğaya yardım etmek, gelecekte etrafımızı saracak beton ve gökdelenlerden alamayacağımız oksijeni karşılamak için bile bu çekirdeklerden çıkacak ağaçlara ihtiyacımız olacaktır.

Poşete koymadığınız her çekirdek için şimdiden teşekkürler,

DGD
Doğa Gönüllüleri Derneği

Wednesday, April 21, 2010

Çocuklar kimlere emanet?

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/14489001.asp?gid=373

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/14485499.asp?gid=373

really???

bugün öğrendim

Bugün öğrendim (şurdan: http://www.pratikanne.com/2010/04/isvecte-ebeveyn-haklar.html)

İsveç'te 1,5 senelik doğum izni varmış ve bunu anne-baba arasında eşit bölüştürmek şart imiş.
sosyal hakkın olmadığı, kullanmanın ayıp olduğu öğretilen bir çalışma düzeninde iken nasıl güzel gözüktü gözüme...

Hayal İşçiliği

Kendimce imal ettiğim, en ucuz maliyetli lakin en kafa yoran işçilik çeşidi. Bunun işgücü maliyeti sıfıra yakın olup, saatlerce kurulan hayallerden dolayı kuranın kafasını yorar, bitirir, saatlerini zorlar, dayanıklılığını sorgular.
Hayal İşçiliğinde bedeni maliyet yüksektir, hayal kurdukça insan kendini engin bir denizde sanır ama babayı alır.Zira aslında bu hayalin ve gerçekleşmeyecek bilimum fantezinin bileşkesidir.
Sen ..hala hayal kurmaya devam et..

Tuesday, April 20, 2010

Re-Jim

Jim'in kuzeni olur kendisi..Dur bakalım..Diet cola'yı bırakmak haliyle fazla zor olacak benim için ama 2 günü geçirdim onsuz..Yemekleri azalttım ama ne olacak bilemiyorum.
Nasılsa vermek zor..
Versem..
Nerde..
Keşke..
ama ama..

Sunday, April 18, 2010

Sebastien Loeb adındaki ibiş

Çoktandır aklımdaydı aslında bu adama dalmak.
Meydanı boş bulunca 6 defa ralli şampiyonu olan herkesin sevgilisi (neyin sevgisi hala anlamış değilim ya)
Sebastien..Yahu adam sıfır hata kullanıyor, robot gibi stili var.Ideal Pace dışında ne artistliği var, ne uçuşları,ne hatası..sadece gidiyor..yarış seyir zevki hiç vermiyor..
Colin McRae ve Richard Burns'un zamansız ölümleri, Carlos Sainz'in onların ölümünden sonra tadı kaçtı diye ralliyi bırakması ardından Tommi Makkinen'in de ralli'ye vedasından sonra bu ibiş yalnız kaldı..
Petter Solberg yıllar sonra tekrar dönünce adamı seyretmek keyifli geldi.
Sebastien seni hiç sevmiyorum çünkü seyir zevkin sıfır.
MotorsTV'de seni yağlayıp, yıkıyorlar ama yalan dünya..Şu ralli dünyasında sene 84'den beri bir sürü adam takip ettim, senin gibi ibişini hiç görmedim.

Nedenleri belli olan seyirci ilgisiz dünya ralli şampiyonası Türkiye ayağı

Koca gazetelerde ufacık kupürlerle geçiştirilen, kendi içinde kocaman, seyircisiz hiç olan Dünya Ralli Şampiyonası Türkiye ayağı birazdan bitecek.
Futbol'a tamah eden, ibiş spor camiası'nın da katkılarıyla haberlerde yer bulamadı. Tanıtım desen ben onu da pek göremedim, eh futbol'a tamah eden ortaokul mezunu olduğu şüpheli yırtmaya çalışan spor basını da omuz atmayınca işte yine bir ezik organizasyon.Organizasyon 4/4'lük olsa bile az seyirci olduktan sonra neyleyeyim.
Formula 1 bile böyle..Varsa yoksa futbol..sanki hayatımızı kurtaracak ya.
Koca memleketin spor sayfaları futbol başka spor yok, olamaz da sayenizde..

Friday, April 16, 2010

Uyku-suz/luk

Sabahın 4'ünde uyanmak çok kötü..Sonra döne döne uyuyamam da ayrı..Her yerim ağrıyor..
Hayır kazma TRT F1 free practice'leri verse işe yarayacak sabahın köründe kalkmam..O da yok..
Bıktım bu uykusuzluktan..
Hakikaten çekilir şey değil..

Wednesday, April 14, 2010

Ne denir ki?


"Ölmekten korkmuyorum yahu, sakat kalırsam, yük olursam diye sinirleniyorum"
dediğinde ne denir ki?

Bak en ufak stres bunun daha kötü hale gelmesine sebep oluyoru suçlu suçlu demekten başka ne denir ki? Hele ki kendince beklediği bir kaç şeyi ona verememişken...

House gelse baksa, otoimun hastalık işte
Çözüverse bir kaç dakikada
güle oynaya dönsek eve
bize yalancı dese...
evimize kaçak doktorlar soksa

hepsi sadece film olsa
olma mı?

BİR MİSAFİRLİĞE

Bir misafirliğe gitsem,
Bana temiz yatak yapsalar;
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...
 
 
Melih Cevdet ANDAY

Rastlantı

Bazen Dünya o kadar enteresanlaşıyor ki sevgili okuyucu, tersten de baksan, düzden de baksan doğru hep aynı çıkabiliyor.
Kimi zaman kendimi ciddi şekilde Lost dizisinin setinde buluyorum..Çok yakın zamanda bu şekilde hissettim.
Çok enteresan..
Zaman öyle oluyor ki geriye gidiyor, bir bakmışsın ileri sarmışsın ama geri de duruyor..
Rastlantı bunun neresinde dersen.zaten işin öznesi bu yahu..
Sanırım ben bunu sevebiliyorum..
Kendimle mücadele ederken de seviyorum..Acaba daha ne kadar daha bu şekilde dayanabilirim bu da ayrı soru işareti..Kafan karıştı değil mi ?
Nihayetinde pes etmem...

Tuesday, April 13, 2010

Kuş Beyinlilik

Namus anlayışını bacak arasında konumlandıran tüm toplumlar, bu toplumları oluşturan tüm bireyler; özde kafalarındaki örümcek ağları yüzünden gün ışığı göremeyen beyinlerle yaşarlar... Örümcek ağları sıklaştıkça, beyinlerinin çevresindeki alan da daralır. Beyin, terlemeye başlar. Terleyen madde, kütle kaybeder. Bu yüzdendir herbirinin beyinlerinin küçücük olması...

Saturday, April 10, 2010

Moto gp 2010 sezonu

Ne yani motorum yok diye seyretmekten kendimi alıkoyacak halim yok ya..Bu yıl kesinlikle çok eğlenceli geçecek..
Valentino Rossi
Casey Stoner
Ben Spies
Andrea Dovizioso
Colin Edwards
Jorge Lorenzo
Randy DePuniet
Nicky Hayden
Marco Simoncelli
Dani Pedrosa
bunlar kendilerini yiyip bitirirken 250cc'den 600cc'ye çıkan yeni şampiyona Moto2 bile keyifli..
üstüne World Super Bike..Bir de aslanım Kenan Sofuoğlu ile World Super Sport Bike..
Daha ne olsun..

Tembellik

Aslında tembellik kraldır, bakmayın siz çalışkanların bıdı bıdı yaptığına, bazen saatlerce hiçbirşey yapmamak saatlerce çok şey yapmaktan daha eğlenceli olabilir.
Örneğin bu cumartesi öğleden sonrasında tembelliğimin tadını çıkartıyorum.

Tuesday, April 6, 2010

Bahar Yorgunluğu

Daha bahar başlamadan adam akıllı yorgun hissediyorum kendimi..Kurduğum cümleden de belli zaten.

Sunday, March 28, 2010

Mandal Mevsimi

Havalar ısınmaya başladı, bahar geldi falan... Ne güzel değil mi? İçimizde müthiş bir coşku, böyle lay lay lom, kelebekler gibi pırpır...

Oysa ben bir metropolde yaşıyorum biliyor musun? Yılın 6 ayı (o da en az); kabuslar içindeyim... İlkbaharla birlikte mandal mevsimi başlar İstanbul'da... Yazın sonuna hatta Eylül'e dek sürer...

Mandal mevsimi; otobüs, dolmuş, şimdilerde metrobüs, tren, tramvay, deniz otobüsü gibi tüm kapalı ve toplu ulaşım araçlarının içinde gelişir, serpilir ve büyür. Belki bir vapurlarda kurtulabilirsiniz egemenliğinden, o kadar... Sonra yazın en sıcak zamanlarında, artık başınızı çevirdiğiniz her yerdedir bu mandal mevsimi... Açık, kapalı mekan farketmez.

Be güzel öküz kardeşim! Hadi hiç beceremiyorsun günde alt tarafı bir duş almayı; iki günde bir al bari!!! Yine diyorum ki empati yapayım; ödeyemedin su borcunu ve kesildi... Tamam... Al bir kolonyalı mendil... Artık adım başı "Bir Liracı" dükkanlar var... En az 100 yaprak koyuyorlar içine... Sil bari koltuk altlarını, enseni falan... Günde bir t-shirt giymek için, en fazla 7 t-shirt'e sahip olamk yetiyor. Tanesi 5 liradan al güzel kardeşim 7 t-shirt...

Ekşi ekşi, midemi kaldıra kaldıra kokacağına; bari ucuz parfüm kok en basitinden... Baktım, 3-5 liraya deodorantlar var tüm süperzincirmarketlerde... Almayanı dövüyorlar... Ben mecbur muyum her ilkbahar ve yaz mevsiminde yanımda mandal taşımaya? Ne hakkın var bana ıslak çamaşır muamelesi yapmaya?

Geçtim beni, kendine saygın olsun arkadaşım... Sen güzel kız... Süslenmiş püslenmiş, özenle giyinmişsin... O elindeki çakma LV çantaya 40-50 lira bayılana kadar, koltuk altından bana gelen ekşi rüzgarla savaşsaydın ya... Sen yakışıklı genç... Saçlarına yarım kutu jöle, altına adidas, günün modası kot çekmişsin tamam... Yahu bir yıkanın be...

Yılın moda renkleri arasında beyaz ön planda yine... Gittim bu yılki mandalımı beyaz aldım. Sonbahara doğru, en azından açık havada oksijenle tanışacağımı umarak; bir metropolde ilkbaharı karşılıyorum.

Thursday, March 25, 2010

Çiş yapma süresi

Gereksiz mi dediniz??? Ahahahah gülerim buna.

içine ettiler keyfimin
sildim uleyn

Tuesday, March 23, 2010

The Great Gig in the sky

Uçakları oldum olası sevmişimdir, o tekerleklerin sesinin kesildiği an, tırmanış ve sessizlik..
Hele bulutların üzerinden hiç kapanmayan güneş ve alabildiğince mavilik..
Aşağıda ister kar, ister dolu veya ister yağmur yağsın..bulutların üstü hep günlük güneşlik..
Sanırım yolum var..

Monday, March 22, 2010

Life during wartime

Todd Solondz'un yeni filmi..

Pek yakında..fragman şahane..

Happiness'tan sonra yeni bir fırtına daha..Kendime başlık parselledim sanki..hmm

Biz insanlar hakikaten çok garibiz çok..


Friday, March 19, 2010

Hüzün

Sonsuza kadar bil ki..
Sen hüzünlendikçe bende hüzünleneceğim.
Sen güldükçe bende güleceğim.
Bil ki sonsuza kadar burdayım.

Bahar

Doğanın uyanışı diyip lirik bir cümle girizgahı yapayım, bugün de sabah 4 gibi uyanıp kendi rekorlarımla egale iştigaline devam ediyorum.
Sonra da bünye deliriyor erken kalkmaktan mütevellit.
Biraz da kemiklerimiz ısınsın artık dee mi :=)

Wednesday, March 17, 2010

Defender of crown

Yaşasın Kralllık, Yaşasın barbarlık!

Down from the Heavens, up from the sea
They came looking, looking for me
They’ll never find me, I’ll never tell
The stories they’ve written, are rooted in Hell


Again comes a rider, His eyes burning red
Sword to his side, Metal on head
He is your savior, He’ll save your soul
Protect him well, Never let go


Somewhere there’s someone who’s looking for me
And if he finds me I’ll never be free
Somewhere that someone he calls out my name
Hand me a sword and I’ll go insane
DEFEND THE CROWN


Defender of the crown and of all that you survey
God save the King
Defender of the crown and of all that you survey
Set my people free


Ride with me brother, And never look back
Grasp hold the Glory, Repel the attack
Take what I give you, Call it your own
Live for the Metal, Rise to the throne


Somewhere there’s someone who’s looking for me
And if he finds me I’ll never be free
Somewhere that someone he calls out my name
Hand me a sword and I go insane


Somewhere theirs someone who’s looking for me
And if he finds me I’ll never be free
Somewhere that someone he calls out my name
Hand me a sword and I go insane

arrrrrrrrrrr!!!! kılıcımı getirin banaaaa

Tuesday, March 16, 2010

SWEET- TWEET

Röntçülüğün son dakika haberleriyle buluşmasına tweet demişler.
Teşhirciliğin atışması da enteresan haliyle..
Sen hem benim teşhirlerimi okuyacaksın, sonra üstüne ayar vereceksin, üstüne ben sana ayar vereceğim..
Gittikçe garipleşiyor insanoğlu.

Friday, March 12, 2010

Mazeretimiz olmasa da asabiyiz (pms var tamam)







Önce açılışı lecagot efendi ile yapalım:
"acik sari, tam kivaminda mis gibi mercimek corbasini aci biber kata kata domates corbasi kivamina getirmenin kisisel begeni ile ne ilgisi olabilir allah askina? ya da guzelim pilava ketcap sikarlar, mayonez karistirilar. ulan esek, o mayonez ketcap doktugun pilav, osmanlida ahci secilirken ustaligin belirlenmesi icin kullaniliyordu. sen gittin yavsaga cevirdin pilavi, kendine benzettin guzelim nimeti."

Şimcuk ağalar beyler,

1. Benim arabam benim arabamdır. Önce burada anlaşalım.
2. Ben sigara içen bir bünyeyim.
3. Her şeyi ile bana ait tüm mekanlar (ortak paylaşım alanları hariç) benim serbestçe sigara içeceğim yerlerdir.
4. Kendime ait yerde sigara içerken, benden rahatsız oluyorsan, arabama binmeyeceksin.
5. sansür.....

6. Hasbelkader yemeğe çıktık seninle, tabağımda her türlü girişe açıktır yazmıyor. Bana sormadan çatal uzatmaya kalkarsan, evet bıçağım eline iner. Sevmem ulan , zorla mı?

7. sansürrrr

8. sansürrrrrrr :))

Wednesday, March 10, 2010

Bilsen

Sözlerini sakla sen
Öteye beriye
Söylenecek ne kaldı ?
Kilitli şu gönlüne

Gitsem de sonuna kadar
Dönsem de eli boş yıllar
Gönüle yakın bulunmaz kolay

İki göz yeter, görmeyi bilsen
Gönül seslenir bir duyabilsen
Elim uzanır dokunabilsen
Sevsen...dönsen
Ah bilsen, bir bilsen

Gide gele yoruldum
Oraya buraya
Hangisi değer bilmem
Şu telaşlı ruhuma

Vazgeçsem aramaktan
Sussam da nereye kadar
Yazılır belki söze şarkılar.

Monday, March 8, 2010

1 Nisan

Dereler buz bağladı
Avcılar iz bağladı
Beni bir gelin vurdu
(Ah) yaramı kız bağladı

Yaralarım iyileşti derken karşıma çıktın
Usulca pansuman yaptın açıkta kalan etlerime
Sınırlarda gezmenin hazzını yaşattın
İlk defa sürprizlerden hoşlandım
İlk defa rahattım evde biri varken
Gerektiğinde büyüğüm oldun, gerektiğinde küçüğüm

ve en önemlisi

hep olacağız dedin, nasıl olursa olsun.

en sevdiğimin battaniyemin altında sen

Biliyorum hep hayatımda olacaksın

Hep farklı şekilde belki ama hep en güzel şekilde.

Yaramı ellere bağlatmadın, sağol



Bağlatmadık, bitti bile bir sene...
iyi ki...

Friday, March 5, 2010

Fazla yüksek

Ayak parmaklarımın üzerine yükselerek, en uzun parmağım olan orta parmağımla (sağlak olduğum için sağ kolumu kullanarak üstelik) bile dokunamıyorum. Üzerimdeki montu çıkarsam iyi olacak. Kalın olduğu için, istediğim mesafeyi tutturamıyor olabilirim. Çıkardım ve 1 santim kadar daha yaklaştım. Ama hala çok yüksek!

Aslında çok da mesafe kalmamış. Biraz daha uzun olabilseydim keşke… Hah şurada bir iki dergi var. Nereden baksan 5-6 santim daha kazanırım. Hadi canım, bu kadar da şanssızlık olmaz artık. Artık parmağımın ucuyla dokunabiliyorum ama bu şekilde oradan almam olanaksız. Bir şeyler daha olmalı, üstüne basabileceğim. Odayı gözden geçirmeye başlıyorum:

Bir gazete var ama işime yaramayacağı belli. Birkaç ilaç kutusu? Yok artık daha neler… Saçmalamaya başladım iyice. Çözüme ulaşacak bir şeyler bulmam lazım. Mutfakta tava var ama dünden kızartma yapmıştım. İçi yağlı ve yıkasam da ağırlığıma dayanamayabilir. Tek tava ve aynı zamanda tencere olarak da kullanabildiğim tek yemek pişirme aracım. Tehlikeye atıp atmama konusunda kararsızım. Son çare olarak not ediyorum.

Tuvalet kağıdı ruloları tehlikeli. Ayağımın altında ezilirse düşebilir ve ayağımı burkabilirim. Açıkçası canım tatlı biraz, itiraf etmem gerek. Bir de kağıttan bile ince bir şeyin oluşturduğu rulo, ilk bakışta bile yeterince zayıf bir malzeme olarak görünüyor. Dur bir dakika, benim koli bandım vardı. Onun üzerine dergileri koysam yetişirim aslında. Nereye koydum şu bandı acaba? Ulan toplam 30 metrekarelik evde (tuvalet de dahil) bandı bulamıyorum iyi mi? Tahta bir valiz var köşede, onun içinde sanırım.

Bu tahta valizin de ayrı bir hikayesi var tabii. Bundan yıllar önce ilk evimde bırakılmış, benden önceki kiracının attığı eşyalardan biri. Bayağı da sağlam bir şey hani… Demirden taşıma kulpu var. O kulpu pastan arındırana kadar anam ağlamıştı. Üzerinde tahta kurtlarının açtığı bir sürü küçük delik vardı bulduğumda. Çatlamış verniği saatlerce zımparaladıktan sonra bir ahşap koruma boyası sürmüştüm. Orijinal rengini bulmak çok zor olmuştu. Herhalde 50-60 nalbur dolaşmışımdır. Sonra macunla kapayıp tüm delikleri, son bir zımpara geçmiş, ardından da boyasını atmıştım. İçine hiç dokunmadım bu arada… Cilasız, ham bir yüzeyi vardı, öyle bıraktım ben de… Kuruduktan sonra bayağı gösterişli bir valiz olmuştu. 50 x 70 x 22 cm. ölçülerinde ve tahmin ettiğiniz gibi, boş hali bile yeterince ağır bir valiz. İçine kasetlerimi koyuyorum. Tüm kapakların sırt kısımlarını üste gelecek şekilde dizdiğinizde bayağı da kaset alıyor. Hem böyle olunca, istediğim kaseti bulmak da kolay oluyor. Uzun süredir müzik setim olmadığından, unutmuşum valizin varlığını.

Ama çok güzel kasetler var içinde… Ben lise 1. sınıftayken, evdeki müzik setini ele geçirmiştim. Sanırım benim yaşlarımdaki tüm gençlerin yaptığı bir şeydir bu… Ama benim o yıllarımda, özel radyolar daha yeni açılmaya başlamıştı. Şimdiki kadar fazla ses sanatçımız olmadığı için; Türkçe yayın yapanların sayısı, ilk ve son kez yabancı şarkıları çalanların sayısından azdı. Kent FM vardı o zamanlar daha yeni açılmıştı. Yıllarca da ayakta kaldı. Şimdi ne oldu acaba? Radyo dinlemeye yeniden başlamayı da not etmek gerek.

Kent FM’de çalan şarkıları kaydederdim kasetlere… Kasete radyodan kayıt yapmak büyük uzmanlık ve ciddi mesai gerektiren bir iştir aslında. Önce boş bir kaset alacaksınız. Ben 90’lık TDK’ları tercih ederim. Siyah renkli olanlar karizmatiktir. Bir de chrome yazacak üzerinde… Daha kaliteli kayıt alınıyor onlara. Kaseti elde ettikten sonra, ne tarz şarkıları kaydedeceğinizi belirlemeniz ve günlük programınızı radyonun yayın akışına göre planlamanız lazım. Bu bir günlük de iş değildir yalnız. Bir programın 1 ile 2 saat arası sürdüğünü dikkate alırsanız, en az 4 ya da 5 programı kaçırmadan dinlemek zorundasınız. Bir de –ki bu nokta çok önemli- DJ’i neredeyse en yakın arkadaşınızmış gibi tanımaya çalışmalısınız. Ne zaman konuşacak bu adam? Şarkı başladıktan bir-iki saniye sonra yeniden bir şey söyleme ihtiyacı duyan çenesi düşüklerden mi yoksa çaldığı müziğe ve müzisyene en az sizin kadar bağlı, saygılı bir sessizlik ile devam edecek kadar tutkulu mu? Şarkı sonlarında, şarkı bitmeden bir ikincisini üzerine bindirecek kadar pervasız mı yoksa müziğin bitmesinin ardından o bir saniyelik “saygı sessizliğini” en az senin kadar istiyor mu? DJ yaptığı işi para ya da kızlara hava dışında; gerçekten sevdiği için yapıyorsa ve çaldığı şarkıları da benimsiyorsa işiniz kolay. Ama öteki durumlarda, müzik setinizde bir fade out özelliği bulunması yararlı oluyor. Böylece adam ya da kadın konuşmaya başlamadan, şarkıyı yavaş yavaş bitirebiliyorsunuz.

Benim kaset doldurma mesaim biraz daha zordu. Annemin evinde bir oturma odası bir de misafir odası vardı. Müzik seti de misafir odasındaydı. Sobalı olan evimizde, misafir odası hep buz gibi olurdu ve müzik setinin yakınlarında oturacak bir yer olmadığından, o soğukta ayakta saatlerce beklemek zorunda kalırdım. Ama çok güzel kasetler doldurmuştum. Bak mesela şu çok güzeldir. One more cup of coffee ile başlıyordu galiba… Ya dur bir bakayım şunlara, nasıl özlemişim hepsini… Led Zeppelin’in yurtdışından gelen orijinal kaydı burada… Zaten ne zaman valizi açsam ilk bunun yerinde olup olmadığına bakıyorum. 1974 ABD… Albüm ile aynı yıl… İlk kopyalardan biri… Bu konuda Tayfun’a hava atmış mıydım acaba?

Tayfun’a müzik ile ilgili bir konuda hava atmak çok zordur. Adam müziği tam anlamı ile yaşayan nadir tanıdıklarımdan biri… Ritmi sevmenin ya da sözleri beğenmenin çok dışında bir şey O’nunki… Tamam şarkı güzel ama, albüm bir bütün olarak ne anlatıyor? Bu grubun ya da kişinin bir öncekilere göre bu albümü neleri işaret ediyor? Yeni bir şeyler denemiş mi? Bir süredir çıkmıyor diye mi hazırlanmış albüm, yoksa hazır olduğu için mi çıkarılmış? Basçısı kim? Bu soru önemli, çünkü bas gitarın başka bir yeri var onda…

Tayfun’un şimdiki evime yakın metrekarelerdeki odasında, daha bas gitarı yeni yeni çalmaya başladığı dönemlerde çok eğlenmiştik. O dönemlerde Sinan da vardı çevremizde… Deli ama iyi bir çocuktu. Güzel bas çalardı. Bir de aşırı komik bir adamdı. Mimar Sinan’lı bir ressamdı da… Çok özelliği varmış canım sayınca… Kız arkadaşlarından birini tanıyordum. Bana “Adam muhteşem Serkan. Sadece dokunarak beni orgazm edebiliyor!” demişti. Gerçi sanırım bu Sinan’ın yeteneğinden çok, kızcağızın çok uzun süredir orgazm olmamasından kaynaklanıyordu ama artı artıdır. Bugüne dek hiçbir kız arkadaşım bana böyle bir şey söylemedi.

İşte o Sinan da olurdu bazen sohbetlerde… Bir gece nasıl saçmalarız diye düşünürken ortaya çok garip cümleler dökülmeye başlamıştı. Tayfun’un “Bir de Philips var!” demesi ile başlayan saçmalama süreci, Sinan’ın “Çevirince gerçekten mi yoksa döner mi tabi bir şekilde?” sorusu ile çığırından çıkmıştı. Amma çok gülmüştük o gece… Tayfun gülünce adam gibi gülenlerden… Hakkını vererek… Adamda bir yaşam biçimi tabii bu durum… Yaptı mı hakkını vererek yapma ilkesi ile yaşıyor. Başarıp başaramamak değil söz konusu olan. Böyle düşünerek yaşamak önemli ama bir o kadar da yorucu… Biraz rafine edilmiş gibi… Oto kontrol mekanizmasının böyle programlanması, kişiyi kısıtlar mı acaba? Bu da Tayfun ile tartışılması gerekenler arasına not alınmalı…


Yok işte valizin içinde… Nereye koydum bu koli bandını? Daha da çarpıcı soru şu ki, neden bu kadar yüksek bir kitaplık aldım kendime? Tüm rafları kitap dolu ve şu an bile yetmiyor gerçi ama, yüksek olacağına geniş olsaydı belki daha işlevsel olurdu. Şimdi en üst rafta duran TDK sözlüklerime ancak uzanabiliyorum. (Bu TDK kısaltması da amma çok yer etmiş bende) İki ciltlik bir sözlük bu… Kapsamlı bir çalışma… Bir cildi nereden baksan 8-10 santim kalınlığında… Çok da işime yarıyor. Aslında bu sözlüklerle yıllar önce tanıştım. Yani eski ve nadide parçalar benim için. TES dönemlerinde Tayfun ve Ese ile birlikte “kelürtmerk” oynardık. 9 harfli sözcükler bulmak gerektiğinde ilk bu sözlüklere giderdi elimiz. Aynısından Ese’de de var. Tayfun’da var mıydı hatırlamıyorum bak! Sormam gerek.

Çok keyifli bir oyun kelürtmerk… Kelime Üretim Merkezi’nin sadece bu üçlü tarafından kısaltılabilecek haliyle kısaltılmış yazılışı… Şimdi malzeme şu: Yeterli A4 kağıt, 3 ya da 3,5 dakikalık bir kum saati ya da saniye kadranı olan bir kol saati, adam başı en az iki kalem, 2 ciltlik TDK sözlüğü, Öz Türkçe sözlük –Metin bilmem kim hazırlamıştı, Ese’de vardı ama bende yok.-, imla kılavuzu, mümkün olabildiğince çok alanda yayınlanmış kaynak kitap… Özellikle bu kaynak kitaplar çok önemli kardeşim. Çünkü oynayan bu üç adam biraz manyak. Şimdi Tayfun her ne kadar mesleğini yapmıyorsa da bir maden mühendisi… Adam yeryüzü katmanları, bunların arasına sıkışmış madenler ve alanının jargonuna hakim ama bizim o kadar bilgili olmamız mümkün değil. Bu durumda bulduğu bir kelimenin doğruluğuna ikna olmamız için iki yol var: Biri Tayfun’un dediğine inanmak, diğeri de kaynak kitaplara başvurmak. Gerçi bu oyunda puştluğu yapanlar sadece Ese ile bendik, yani ha Tayfun’un sözü ha kaynak kitap durumuydu… Adam haksız yere puan almak için hiç çapulculuk yapmadı ama olsun. Ese de bir grafik tasarımcısı… Hem de mektepli ve alaylı karışımı gibi bir şey… Ben de gazeteciyim. Böyle olunca öncelikle bu konularda; ardından da fizikten kimyaya, antropolojiden taşımacılığa kadar birçok bilgiye ihtiyaç duyuluyor elbette… Acayip eğlenceli…

Oyunda kurallar basit. Dokuz harflik bir kelime seçiyorsunuz. Bu kelimeyi dokuza bölünmüş bir karenin içine yerleştiriyorsunuz. 5. harf tam merkezdeki kutuya geliyor. Bu harfi kullanmak şartıyla, en az 3 harflik yeni kelimeler üretiyorsunuz. Ama amaç fazla kelimeden çok, diğerlerinin yazmadığı kelimeyi bulmak. Çünkü puanlar buradan geliyor. 3 ile 5 harflik kelimeler 1 puan… 6 harflik olanlar 2, 7 harflik olanlar 3, 8 harflik olanlar 4 ve dokuz harflik olanlar 5 puan… Bu oyunu ne zaman oynasak; bir partiyi 3-3,5 dakikada yazıp, parti başına 1 saat ortalamalı tartışmalar yaşardık. Aslında işin ilginç yanı da burasıydı. Sonuçta birçok kişi oynamıştır bu tip sözcük oyunlarını çocukluğunda… Ama biz kazık kadar adamlardık. Oyunun amacı özde birbirine karşı üstünlük sağlamak ve oyunu kazanmak gibi görünse de bizim için gizli bir amacı daha vardı: Öğrenmek!... Akşam saatlerinde başlayan oyun saatlerce sürerdi. Daha da garibi, ertesi akşamlarda da sürerdi. Yani geceler boyu devam eden bir öğrenme macerasıydı.

Önceleri var olan ve sözlüklerde, kaynaklarda yer alan sözcüklerle başlayan bu serüven, bir süre sonra bizi tatmin etmemeye başlamıştı. Sanırım oyun da asıl o zaman başladı. Yeni sözcükleri literatüre katmak gibi; dışarıdan birinin fazla ukalaca bulduğu, oysa her birimiz için son derece doğal bir savaşın içine girmiştik. Çünkü her birimiz; bir diğerimizin birikimini, hayata en az kaç açıdan bakabildiğini ve üretmek, öğrenmek adına neleri göze alabileceğini biliyorduk. Dolayısıyla bu sözcükler aslında Türkçe’ye dahil olabilirdi, çünkü önce bizim acımasız süzgeçlerimizden geçmesi gerekiyordu. Hem de ne süzgeçler… Karşı taraf puan alamasın diye tüm silahlarımızla saldırıyorduk. Birinin diğerlerini ikna etmesi, sanırım TDK’nın herkesi tek tek ikna etmeye çalışmasından daha da zordu. Çok da güzel sözcükler çıktı aslında… Şimdi hatırlayabildiklerim az olsa da bu işin envanterini Ese üstlenmişti.

Zaten Ese bir dosyalama ustasıdır. Adamın enteresan bir “sistemli olmalıyım” takıntısı var. Hani “koyvereyim gitsin” diyemeyen adamlar vardır ya, onlardan biri de Ese… Mesela şimdi koli bandını Ese’nin evinde arıyor olsaydık, büyük olasılıkla ya 30 saniye sonra bulmuştuk ya da yeni bir tane almaya gitmiştik. Bilgisayarında “masa üstü” denen yerde dosya sayısı inanılmaz azdır örneğin. Ama herhangi biri, birbiri içine özenle isimlendirilerek hazırlanmış klasörler zincirinde rahatlıkla aradığını bulabilir. Çekmeceleri de çok düzenli tabii. Kasetler, CD’ler hep bir düzene göre dizilmiş durumda… Masasında bile her şeyin yeri belli… Ya bu adam hasta mı acaba? Bak şimdi bir anda yeni bir soru iyi mi? Psikolojik bir rahatsızlığın ilk aşamalarında falan olabilir mi? Bu kadar düzen bekar ve yalnız ve sanatçı ve en iyi çalışan yeri kafası olan biri için biraz garip değil mi? Gerçi adam ayak fetişisti ama başka bir sorun yoktu… Hay Allah!..

Fetişist denince, akla biraz sapkınlık geliyor sanırım. Ama Ese’deki sapkınlık değil… Adamın estetik kavramına çok yönlü bakış açıları geliştirmesinden kaynaklanıyor. Kadın bedeni dendiğinde ve konu sadece cinsel yaklaşımlar olduğunda; klasik olarak kalça, göğüs, bacak güzelliği gibi faktörler öne çıkıyor. İşin içine biraz duygusallık girince yüz güzelliği, gözler, eller de işlev kazanmaya başlıyor. Bu duygusallığı daha da ileri götürmek mümkün. O zaman kişilik, bireysel zevkler, yaşam karşısındaki duruş gibi etkenler ağırlık kazanıyor. Zaten bunlar ağırlık kazandığında, diğerleri ağırlıklarını yitirmeye başlıyor. Ama konumuz bu değil. Konumuz Ese’nin ayak fetişistliği… O; ayağı bir tasarım olarak algılayıp, o anlamda son derece başarılı ve çekici bulan bir adam. Bu tanımlama bence fetişizmi hafifletmiyor ama bakış açısı böyle adamın… Şahsen ben ayak ile ilgili değil fantezi kurmak, oturup doğru dürüst incelememişimdir bile…

Aslında her ne kadar kadınlar bu yaklaşımı hakaret saysalar da dünya üzerindeki erkeklerin çok büyük bir bölümünün aklına kadın dendiğinde seks geliyor. Seks tek taraflı paylaşılan bir eylem olmadığına göre, kadınlar da seks konusunda en az erkekler kadar aktif aslında… Olmasalardı, erkeklerin aktifliği bir işe yaramazdı. Ama kadının bunu itiraf etmemesi, farklı bakış açıları varmış duygusuna kapılmasına yol açıyor insanın… Erkek kadını cinsel meta olarak görüyor deniyor. Deniyor da kardeşim, erkek de hayatını mastürbasyonla geçirmiyor ki!... Bir şekilde seksi kadınlarla paylaştığına göre, kadınlar da erkekleri cinsel meta olarak görüyor. Bu neden erkekleri rahatsız etmiyor da kadınları ediyor anlamıyorum.

Özde seks; insanın doğasında var olan iç güdülerden biri ve diğer iç güdüler kadar normal… Örneğin korunma, açlığı ya da susuzluğu giderme, annelik, babalık gibi güdülerin yanına seks güdüsünü ekleyemiyoruz nedense… Kadın, yaşadığı cinsel ilişki sonrasında kendisini kullanılmış olarak mı algılıyor? Öyleyse kullanılan ne? Ortada paylaşılan bir dürtü varsa, neden bir taraf kullanmış oluyor?

Çevremdeki kadınların çoğu; “kadın sevmezse yatmaz” geyikleri yapıyor. Neden yüceleştirmeye çalışıyoruz doğal bir güdüyü? Neden olduğu gibi kabullenemiyoruz? Kadın her yattığı ile evleniyor mu yani? Ya da uzun bir aşk ilişkisi mi yaşıyor? O zaman bu kadar erkek nasıl oluyor da bu kadar kadınla yatabiliyor? Bazı arkadaşlar, her istendiğinde özgürce yaşanacak seksin dejenerasyona sebep olacağını söylüyor. Katılmıyorum. Elbette bir duygu çevresinde bütünleşen bedenler var. Onlara bir şey demiyorum. Ama bu iş duygu olmadan da sadece dürtülerle olabiliyor. Örneğin yemek yedikçe, yemek ile ilgili dejenerasyon yaşanıyor mu? Patlıcan musakkası ya da içli köfte yemek için, bunlara aşık olmam mı gerekiyor? Eğer öyleyse, Ayşe kadın fasulyeyi yediğimde patlıcan musakkasını aldatmış mı oluyorum?

Canım da nasıl içli köfte çekti şimdi… Cumhur’un annesi çok güzel yapar!... Birçok yemeği çok güzel yapar aslında… Uzun zaman Cumhur’larda yemek yemişliğim var, oradan biliyorum. Hani bir dönem vardır, bir ya da birkaç arkadaşınızın ailesi ile de çok samimi olursunuz ya, işte o dönemlerden birine denk düşmüştü Cumhur’un ailesi ile tanışmam. Ama ilginç olanı Cumhur ile tanışmamdı:

Üniversitenin yaz kampına gitmiştik ve yorucu aşklardan bunalmış kafamdaki tek düşünce sadece dinlenmek, okumak ve yüzmekti… Kampa kalabalık bir grup olarak gelen gençlerden biri “Basket oynayacağız ama bir kişi eksiğiz. Katılır mısın?” diyene kadar 3 gün de bunu başarmıştım aslında… Yine de gençliğin getirdiği aktiflikten olsa gerek, “Peki” demiş bulundum. Maç sırasında çıktığım bir ribaunt mücadelesinde Cumhur ile havada tanıştık… Boyum O’ndan birkaç santim uzundu ve topu kesin alacak kadar iyi bir zamanlama ile sıçramıştım. Cumhur da bunu fark etmiş olsa gerek ki bana havadayken “Merhaba ben Cumhur” dedi… Dikkatim dağılınca da topu alıverdi…

Bugün bile komik geliyor!.. Sonrasında çok sıkı dost olduk. Şimdilerle ise az görüşüyoruz. Oysa iyi ve kıskanılan bir dostluğumuz vardı. Neredeyse yapışık ikiz gibi olmuştuk. Aynı şeylerden hoşlanıyor, aynı esprilere gülüyorduk… Ama şimdi birbirimizin kilolarından bile haberimiz yok.

Ne garip değil mi? Eskiden Cumhur’a “Baba 10 kişi sokakta beni kıstırdı, ellerinde de sopalar… Yardım et!” desem gözünü kırpmadan gelirdi. Geçenlerde “Eşimle ayrı yaşamaya karar verdik. Ev arıyorum!” diye telefon ettim, “Ben seni ararım abi” dedi ve son 6 aydır da aramasını bekliyorum. Bekliyorum, çünkü ararsa ancak içimdekileri kusabileceğim sanırım.

TDK sözlüklerinin yanında da Oxford sözlüklerim var. Onlar da bayağı kalın ama İngilizce-Türkçe… Zaten en üst rafta sadece sözlükler var. Alttaki raflar ilgilendiğim konular, sevdiğim yazarlar ve okuduktan sonra sevmediğim yazarların kitaplarıyla dolu. Özenle biriktirdim hepsini. Bir tek Montaigne’nin Denemeler kitabını çöpe atmıştım. Utanmıyorum ve pişman da değilim açıkçası. Bu kadar rezil bir yayıncılık anlayışı olabilir mi yahu? Başladım okumaya kitabı, nasıl da güzel yazmış. İlk öykü Rusya’da zenci bir uşağın gözünden zamanın Sovyetler Birliği’ni anlatıyor. 58 sayfa okudum. 59. sayfaya bir geçtim ki altında bir not: Yazar bu denemesini bitirememiştir diye… Bak şimdi bile bütün tüylerim diken diken oluyor. Adamlar bana bir kitap attırdılar resmen. O sinirle çöpü boylamış sevgili Montaigne. Yazık tabii… Can yayınlarını ne zaman dizmeye kalksam, iki haftaya kalmıyor karışıyor yerleri. Bak yine aynısı… Ese’den şu hastalığı hakkında detaylı bilgi almak gerek. Koca kitaplık ama düzen yok. Sadece 8 raf var üst üste… Sanırım bu yüzden biraz yüksek… Ya nasıl ulaşacağım ben buraya?

Şu koli bandı kitaplıkta da değil. Bitmediğine eminim ama nerede bakalım? Eriştiğim son yükseklikte, parmağımın ucuyla çeke çeke kenara getirsem, düşmeden yakalamayı başarsam? Yok, çok riskli… Kırılabilir… Aslında her şey beyaz ışıktan nefret etmem yüzünden. Tavanda çirkin bir flouresan ampul var. Onu kullanmayı sevmiyorum. Bu yüzden masa lambasının ampulünün watt’ını yükselttim ve odanın tamamını aydınlatabileceği tek yer olan kütüphanenin üzerine koydum. Şimdi ampul yandı ve değiştirmek lazım… Lambamı da çok severim. Düşüp kırılmasını göze alamayacağıma göre, koli bandını acilen bulmak lazım.

Öyle sıradan bir masa lambası değil bu lamba… Ya da görünüşü sıradan ama anlamı değil… Çok güzel bir kere… Yok lamba değil, lambayı alan… Esmerdi… Esmerleri çok seviyorum ama sadece bir sevgilim esmer oldu bugüne kadar. Bu bir çelişki sanırım. Ya da ben esmerlerin tipi olamıyorum. Ama O esmerdi. Çok güzel teni vardı. Kokusu da çok güzeldi. Sonra ne bileyim; dudakları, göğüsleri, uyuması, uyanamaması falan çok güzeldi. Sesi ahenkliydi. Bir akşam vakti bırakıp gitmişti beni… O an gidişi de güzeldi. Biraz daha kalsa, ikimizde de çirkinleşecekti her şey ve her yerimiz. Belki o zaman bu kadar uğraşmayacaktım bu lamba ile…

Yatağın üzerine oturup düşünmeye başlıyorum. Nerede acaba? Oğlum Serkan sen salaksın sanırım. Kitaplığın tam yanında yatağım. Gardırop koyacak yerim olmadığı için sandıklı bir baza almıştım. Kullanmadığım eşyalar ile mevsime göre giymediğim giysilerimi orada saklıyorum. Güzel de bir baza… Tekerlekli… İstediğim yere çekerken kolay oluyor. Odanın yerleri seramik yer karosu döşeli… Vileda gibi bir şey almıştım, halıdan hoşlanmadığım için. İki-üç günde bir siliyorum, tertemiz oluyor. Silerken bazayı da kimi zaman kütüphaneye, kimi zamanda masaya doğru çekiyorum, altını siliyorum. Masaya doğru çektiğinde sandalyeleri katlamak gerekiyor gerçi ama olsun. Sonra toz oluyor.

Koli bandını kesin bazanın içine koydum. Diğer aletler de orada çünkü. Çekiç, İngiliz anahtarı, kargaburun, pense, tornavida (hem düzü var hem de yıldızı), kontrol kalemi, vidalar, çiviler falan hepsi bir torbanın içinde… Koli bandı da orada olmalı.

Yok… Çıldıracağım… Ütü masası bile orada ama koli bandı yok. Aslında ütü masasının bazanın içinde olması –ki çamaşır kurutma askılığı da orada-, dışarıda durduğunda göz zevkimi bozmasından ötürü… Yeni bir eve taşındığınızda, o evin size ait olması için bazı düzenlemeler yapmak gerekiyor. Bunlar da genelde aksesuarlarla tamamlanıyor. İki resim, bir mantar pano (üstüne iliştirilmişlerle beraber) değiştirebiliyor mekanı… Benim de bu yeni mekanı “ben” ile doldurmak için elimde aksesuarlardan başka bir şey yok zaten. Sevdiğim ya da anısı var diye tuttuğum onca ıvır zıvırı yerleştirince, ütü masası da çamaşırlık da pek uyumsuz kaldılar açıkçası. Attım ben de bazanın içine… Zamanı gelince çıkarıyorum, sonra sanki cüzzamlıymışlar gibi tekrar bazaya… Şunları koyacak bir yer bulamadım mı? Bulamadım. Zaten ev dediğim yer bir oda... 125 metrekare kullanım alanlı bir yerden çıkıp bir odaya tıkışınca, kalmıyor işte yer. Bak nasıl oynadı sinirim yine… Bir bilgisayar masasının üzerinde monitör ile 37 ekran TV yan yana duruyor zaten… Mutfak desen ayak numaramdan küçük… Nereme sokacağım ütü masası ile çamaşırlığı? Kıç kadar evde koli bandını bile bulamıyorum. Bu koli bandı saplantısı da bana Ahmet’ten geçti. Adam bir koli bandı ile evde tamir edilecek her şeyi tamir etmeye çalışan saplantılı bir doktor…

Ben en son ne zaman kullandım bu bandı? Tabii… Çamaşır makinesinin hortumlarını bir arada tutmak için kullandım. Arkasında mı unuttum acaba? Evet! Buradasın işte… Hemen dergilerin altına koydum. Ortalamak lazım dergileri bu durumda. Biraz kayıyor ama uzandım işte… Aldım lambayı ve ampulü değiştirdim. Yaktım ışığı sonra… Sandalyeler rahatsız oluyor uzun okuma saatlerinde. Yatağın önüne çektim masayı. Kahvemi hazırladım ve okumaya başladım. Sarı ışık gibisi yok.

06/03/2005

Thursday, March 4, 2010

SİNEMATV MART - NİSAN 2010 FİLMLERİ

 
Derkenar bey'e kapak olması için post ediyorum.
Buyrun Derkenar bey'cim.
Sadece DSmart'ta değil Dijital Kablo TV Teledünya'da da mevcudiyetimiz vardır.

DİJİ FOTOĞRAF SEVDASIDIR GİDİYOR MEMLEKETİMDE...

Bu başlığı bilerek provake amaçlı ekledim.Derkenar bey'in konuyla ilgili diyeceği varmış ki kendisi bu konuda çok haklı:
Der ki:

Lan yeter bu herifin ( m. Turgut) delilik, cildirma temalı ve HDR'ye boğulmuş portre çalısmaları . Herif kimi çekse aynı çıkartıyor. Makinasında da otomotik hdr efekt mı vardır nedir, herifin düz bir fotografını görmedim. 

Fotokritikteki ilk zamanlarında karı kaldircam ayağına iyiydi çalısmaları ama hakkaten bikkinlik verdi

Memlekette fotograf dergisi 3-5bin tirajı gecemezken, iz dergisini her yerde bulamazken hele bir de adını unuttuğum çok iyi bir fotograf dergisinin kapandığını dusunup sonra da bu herifin popülist dergisini görünce çıldırıyorum

Siktirsin gitsin geldigi yere Ankara'ya, liseli  gotik kızlara kamera sattığı zamanlara donsun!

Memleketteki fotograf cekme merakililarinin dortte biri okuma meraklisi olsaydi bu (fotograf dergileri) dergiler bok satardi. S. Kalfagilin meshur kompozisyon kitabi onlarca baski yapardi, nazif topcuoglu tartisilirdi sozlukte ve internette

Bence ilkogretim zorunlu olmamali. Birakalim isteyrn okusun, isteneyen takilsin kafasina gore. Yoksa daha cok hobileri arasinda okumayi belirten nesiller yetisir.

Okuyacan tabi eşşoğluueşşek

dedi..
konuyla ilintili çorbacılar photoshop'u kıvırınca alem dijital artist kesiliyor..bu mudur şimdi olay ?

Wednesday, March 3, 2010

Başın sağ olsun Sezyum

Yazılarını türlü şekilde takip ettiğim, ne varki tanışamadığım Kaan Sezyum.
En kıymetlini kaybettin, dik durma gücünü şimdi kullan.
Acını paylaşıyorum.

Monday, March 1, 2010

Her aşk kendi hikayesini yazar...

Astrolojiyle aram olmasa da okuyup yan cebime koyabiliyorum.Bazen okuduklarım ister istemez dikkatimi çekiyor.
En enteresanı da bugün kendime ait aylık yorumu okurken oldu..
Her aşk kendi hikayesini yazarmış..Kalp atışlarımı hızlandıran bir durum bu.
Hoş hikayem hikayelikten çıktı roman oldu yakında edebiyat nobeline aday olacağım :))))
Her sayfam kendi hikayesini yarattı, her baskı daha baskın çıktı..her karakter kendi rolünü oynadı ve ayrıldı..
halbuki hikaye'nin 2 tane karakteri vardı..onlar sahi hala duruyor mu acaba..
biri benim zaten..ya sen ?

Hükmün cebindedir

ne kadar adam olduğun cebindeki para ile ölçülür
ya ne kadar sevildiğin? ne kadar önemli olduğun?

ben mesela bugün bir ilişkinin daha çöpe gitmesi için atılan adıma, aynı adım ile karşılık verdim
kendimi ve adımı attıranı tebrik ediyorum
her türlü kişisel hırs benim önümde imiş
ne güzel oldu öğrendiğim...

15 ha?

Dün, bir yandan koltukta boş boş yatıp bir yandan hayat muhasebesi yapıp uyuklar iken fark ettim.
Eğer evlendiğimde, korkmayıp doğursa idim, bugün benim 15 yaşında bir çocuğum olacak idi.
15 yaşında bir kız ya da erkek çocuk...

16 senelik evli olacaktım. 55 yaşında bir kocam olacaktı.

epey evirdim çevirdim kafamda, belki yine boşanmış olurdum.
ama yorulduğumu hissetmezdim, hissetsem dahi bunun beni etkilemesine izin vermezdim.
Elimde bir hayat olurdu, bir sorumluluk.
bugün beni üzen milyon şey, aklımdan bile geçmezdi; güler geçerdim hepsine.

Saturday, February 27, 2010

sertab erener - bahcede

Bir yaz gecesi otururken bahçede
Ateş böceklerini seyre daldım
Dolunay gökte yakamoz vurmuş dibe
Ateşböceklerini seyre daldım

Bir yaz gecesi otururken bahçede
Ateş böceklerini seyre daldım
Hanmeli kokusu karışmış yasemine
Ateşböceklerini seyre daldım bu gece

Kendime benzettim yanışlarını
Yönsüz yolsuz kanat çırpışlarını
Eğilmeden güneşe özgür kalışlarını
Bir mevsimlik hayat buluşlarını

Dolunay gökte yakamoz vurmuş dibe
Ateş böceklerini seyre daldım
Hanmeli kokusu karışmış yasemine
Ateşböceklerini seyre daldım bu gece

Friday, February 26, 2010

Tudors-AD

Çoktandır gülmüyordum bir ilana..
Leziz!
Çok avam ama çok eğlenceli..

Experience

"Yaşamın sonuçları hesaplanmamıştır, hesaplanamaz da. Yıllar, günlerin asla bilmediği kadar çok şey öğretir insana.

Bize eşlik eden kişiler, konuşurlar, gelip giderler, bir sürü şeyi tasarlayıp hayata geçirirler ve bütün bunlardan ortaya çıka çıka beklenmedik bir sonuç çıkar: Birey her zaman yanılır.

Birçok şeyi tasarlamıştır, yardımcı olsunlar diye başka insanlara yaklaşmış, bazılarıyla ya da hepsiyle kavga etmiş, çok kereler de aptalca hatalar yapmıştır ve nihayet bir adım atılır; her şey bir miktar ilerlemiştir; ancak birey, her zaman yanılır.

Bir açıdan yeni olan, ancak kendine söz verdiği şeye hiç de benzemeyen bir sonuçla baş başa kalır."

(Ralph Waldo Emerson-Experience)

Rakı

Sözüm meclisten dışarı dostlar

Bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum

Hani ince dilim doğrasalar beni

Marmara, Ege Cacık olur diyorum

Böyle cacığa rakı mı dayanır?

Thursday, February 25, 2010

İşten çıkarken

Her akşam, ama her akşam 8500 kere aynı karının "iyi akşamlar" demesinin manası nedir?
Sabah ve akşam nasıl bir bitip tükenmez konuşma aşkıdır?

bir susun
bir kere ortaya söyle tamam

Kandil kutlayac kutlayacaksın diye neden gelip beni öpüyorsun?
Bayram mı bu salak?

Geldiler, geliyorlar...

Büyük dertler bitince, huzura ereceğiz
Mutlu olacağız, hep güleceğiz sanırız ya, yalan
ya da ben bela arayanın tekiyim

bitmiyor, her daim batan bir şeyler çıkıyor
pembe gözlüklerle bakabilmem için, damardan beslemeliler sanırım beni

bu baş ağrısı ne ola ki???

PS: bir velet ancak bayılma numarası yapabiliyorsa, bunun videosunu cekip bana allah aşkına diye diye seyrettirme kadın, aynı numarayı yüzyıllardır ayılarda yapıyor, tüm turistler baydı...

Wednesday, February 24, 2010

Vogue -Turkish Edition

Yazıp çizmesi zevkli olacak ama en güzel yorumu sevgili arkadaşım Zoban bir Tweet mesajıyla özetledi.
"Ulus Pazari'ndan giyinilip Istinye Park'ta Vogue Koleksiyon Sayisi kuyrugunda beklenilen tek ulke Turkiye'dir."
Budur..gerisi hikayedir.

Tuesday, February 23, 2010

Şu ezber bozan kavramlar

 Hani bazı kavramlar vardır, konuşurken kocaman olan halbuki sahibine göre kişneyen.
Ezber bozası beklenen lakin bırak ezberi durumunda koşarak uzaklaşası getiren..
Hava durumuna döndük...

Monday, February 22, 2010

Firefox Persona

Canım browser'im firefox'un yeni sürümünde çoşan bir özellikten bahsetmek istiyorum.
Eskiden skin dediğimiz temalar çoşarak yenilenmiş ve şahane bir hale gelmiş.
Tabii bu persona'ları ancak firefox'la kullanabilirsiniz.
Şahane değil mi :)

Friday, February 19, 2010

HAVA

Bazen tavuk gibi olmuyor muyuz..sanki yumurtlayacakmışız gibi sürekli havayı kontrol ediyoruz.
Gelelim realitelere...iyi hava gerçekten moral kaynağı değil midir..
Ne soruyorum..düpedüz öyle işte.

Thursday, February 18, 2010

The Veils in Istanbul!


The Veils, Yeni Zelandalı Finn Andrews tarafından kurulmuş bir indie-rock grubu.

7 senelik tarihlerinde 3 albümleri mevcut: Nux Vomica, Runaway Found ve Sun Gangs.
"Lavinia" diye bir şarkıları var, ilginç.

Ben sevdim kendilerini. Özellikle "The wild son", "Under the folding branches", "Leavers dance", "The nowhere man", "The letter" ve "The house she lived in" şarkılarını...

Kendileri 27 Şubat'ta Babylon'da.

Wednesday, February 17, 2010

GLADYS KNIGHT - SINCE I FELL FOR YOU

You made me leave my happy home
You took my love and now you're gone
Since I fell for you

Love brings such misery and pain
I guess I'll never be the same
Since I fell for you

It's so bad, It's so sad
I'm in love with you
You love me, then you snub me
But what can I do
I'm still in love with you

I guess I'll never see the light
I get the blues 'bout every night
Since I fell for you
Since I fell for you
 
 
for that reason, it's still complicated :)
 
Tom Waits version 

Sanal sosyalleşme tam gaz, yersen


işte sanal sosyalleşmede son nokta, chatroulette!

her tür sürprize (!) açık olmanız gereken bir platform.

yeni bir fenomen mi? kim bilir, yenisi çıkana kadar, belki.

Tuesday, February 16, 2010

KATKI

Düşünüyorum da..katkı yapmak için kılını kıpırdatmayanları, katkı yaptıkları yerde bırakmak daha doğru bir hareket olmaz mı ?

Sunday, February 14, 2010

No Comment

Bir hayatım bile yok
Bir canım bile yok
Sen gittin gideli yar
Bir güzel cümlem yok...

Friday, February 12, 2010

2010 İstanbul Kültür Başkenti ve 2 şehir daha ??

Şimdi hepimiz sanıyoruz ki 2010'da Avrupa'nın kültür başkenti İstanbul değil mi ?
Evet ve Hayır..
Evet kültür başkenti, Hayır sadece İstanbul değil!
bu da bize kapak olsun ama kimse bunu bize söylemiyor, kimsenin de haberi olduğunu sanmıyorum.
Hepimiz sanıyoruz ki Avrupa'da tek kültür başkenti biziz..Nayır! nolamaz !!!
Diğer şehirler
1-Pecs-Macaristan
2-Essen-Almanya

Peki böyle birşeyi niye biz bilmiyoruz, niye bize anlatılmıyor ?
Çünkü kepazeliği örtbas ediyoruz da ondan..
Yapılabilecek tonla şey olabilecekken aslında sadece bize özgü "mış" gibi yaptığımızdan.

Wednesday, February 10, 2010

Garbagescout.com , Eşyaları çöpe değil ihtiyaca olana verelim :)

Garbagescout.com mazisi birkaç senelik bir web sitesi.
NY'a özel bir site, googlemaps'le entegre olarak çalışıyor.
Evinizde fazlalık herhangi bir objeyi çöpe atacağınıza buraya post ediyorsunuz.
işine gelen alıp gidiyor.
Sadece bir fotograf ve adresi etiketlemeniz yeterli.
Bizim gibi "evladiyelik" mal alanlar için pek kıymetli olmayabilir lakin
evinde eşya fazlası olan, yeni eşya alan, eskisinden kurtulmak isteyenler için pratik çözüm.
Kaldı ki bu web sitesine bakıp cevher niyetinde neler çıkar neler ;)
Daha bunun gibi cok kullanisli web siteleri mevcut, sözüm olsun eklemeye devam edecegim.

Tuesday, February 9, 2010

Atmak gerekir ya


Atmak gerekir ya bazen kimi şeyleri
Ama devreye ayıp girer, sabır girer, lazım olur mu ki girer
Girer de girer
6 aydır kullanılmadı ise bir arkadaşlık, aynı eşyalarım gibi atabilir miyim?
Rahatlatır di mi?

Eşyalar bile bir dönem çok işe yararlar, ama sonra... İşgalden başka artıları yoktur
İnsanlara da bunu yapabilsek
Vicdan gereksiz girmese

Monday, February 8, 2010

Hint Fıstığı..fıstığın hindu'su ;)

Hindistan'ın önemli ihracat kalemlerindenmiş kendileri. Aslında ben lezzetine takılmış vaziyetteyim, milattan önce yaptığım bir Amsterdam yolculuğunda girdiğim bir AVM'de kendileriyle tanışmış, bu vesileyle de zevkim tavan görmüş idi..Sonrasında da yurdumuza girdi kendileri..iyi ki de gelmiş, hoş gelmiş beş gitmiş.
Hatta googling yaparken kaju'lu tavuk tarifi bile gördüm, açıkcası denemekte fayda var. O kadar şerefsiz bir fıstık ki, yedikçe yiyesi geliyor, ağızda dağıldığı için tıpkı bizim antep fıstığı gibi ağzı sürekli beslemek lazım!
Bittikçe yiyip iyice şişene, tuzdan cola'ya saldırana kadar yiyesi geliyor...hoş bunun non-roasted versiyonu da var ama ben pek tavsiye etmiyorum..yiyceksen adam gibi kavrulmuş yiyecen..
oy oy oy...
şşşrrppssss

**Bi de kaju aslında tupi yerlilerinden geliyormuş, öyle adlandırmışlar.Meydan larousse'sumsu dip notum**

"Her şeyi, adımı bile unutup"

"Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam...

Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerde olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam..."

Melih Cevdet Anday

Böyle bir uyuyasım var işte... Saatlerce belki de günlerce uyuyasım...
Arınmış, dinlenmiş, hafiflemiş, unutmuş halde uyanasım...

Friday, February 5, 2010

Bir kez daha...

Bir cuma daha geldi
Pharmatonlar, Carnitineler, haşlanmış ıspanaklar, haşlanmış balıklar ile gelen bir hafta sonu daha
Arada GATA'ya girememe krizi
Efenime söyliyim Sezin Erbil'in tehdit ile cipini çaldırması,
Meg Ryan'ın sinir krizi geçirip kaçışı,
Ayşen Gruda'nın 1500 sevgili eskitmesi,
Meclis kavgaları,
Arınç ayarları...

Ne güzel hafta idi yalabbim....

500 days of summer

Böyle boş vakitte izlemelik, hoş bir film. Romantik komedi, bir aşk hikayesi...
"Aşkın 500 Günü" diye çevrilmiş dilimize. Zaman geçişleri, flashback'ler vs, bir ilişkinin otopsisi aslında. Ya da anatomisi.
İlk günkü heyecan nasıldı, sonlara doğru neler oldu, ortalarda ne vardı, çocuk ne demişti, kız nasıl gülmüştü, kim neye kızmıştı, kim kimin kalbini kırdı vs vs...
Marc Webb yönetmiş, kızımız Summer rolünde Zooey Deshanel, oğlumuz Tom rolünde de Joseph Gordon-Levitt oynuyor. Kendisini Heath Ledger'a benzettim ben yer yer. Toprağı bol olsun.
Tipler ilginç. Oğlan, kartpostal yazarı mesela. Böyle kocaman bir ajansta çalışıyor üstelik. Ben de yapmak isterdim bu işi.
"Garden State"i seven, bunu da sever. Ben ikisini de sevdim. Canım sıkıldıkça izliyorum evde. Zaman yolculuğunda bir aşkı izlemek, güzel. İnsana iyi geliyor nedense. Böyle minnoş bir film.
Tom'un da dediği gibi:
"This is not a love story, it's a story about love"
Tom şey diyor bir de, yazık: "Boy meets girl. Boy falls in love. Girl doesn't."
Soundtrack'i de güzel, The Smiths filan, hoş...

Kusur, benim imzamdır

"Kusur, benim imzamdır..."
İhsan Oktay Anar'ın "Suskunlar"ından bir cümle.
"Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı"
Orhan Pamuk da "Masumiyet Müzesi"ne konuk etmiş.

Kusur... Bize ait olan. Onsuz olmak için çırpınsak da olamayacağımız...
Kabullenmekten başka çaremiz olmayan. Kurtulmaya çalışsak da...
Güzeli de, bizi kusurlarımızla kabul eden...
Bizim de kusurlarıyla kabul ettiğimiz.
İnsan olmak böyle bir şey. Übermensch değiliz.
Masum da değiliz zaten. İnsanız.

Wednesday, February 3, 2010

Kalbini değiştir

Beck'ten, "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" soundtrack'inden:
"Everybody's gotta learn sometime"

http://fizy.com/s/12am56

http://www.youtube.com/watch?v=WIVh8Mu1a4Q

"Change your heart, look around you
Change your heart, it will astound you
I need your loving like the sunshine
And everybody's gotta learn sometime
Everybody's gotta learn sometime
Everybody's gotta learn sometime

Change your heart, look around you
Change your heart, it will astound you
I need your loving like the sunshine
And everybody's gotta learn sometime
Everybody's gotta learn sometime
Everybody's gotta learn sometime"

En uzak mesafe

"En uzak mesafe ne Afrika'dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan."

Can Yücel

Tuesday, February 2, 2010

Birhan Keskin'den

Tam da ruh haline ve havaya uygun... Demiş ki Birhan Keskin:

“Kışı neden bu kadar sevdiğini ve neden her şeyin bir sonla noktalandığını sorma, ben de bilmiyorum. Anı olacak bir şeyim yok, her şeyin dünündeyim.”

Bunu da fistolayayım kenarına:

“Sen güzel insansın

Herkes biliyor bunu
Yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-Saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum

(...)

Hem unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara”

Monday, February 1, 2010

Mutsuzluğa dair

Bazen neredeyse elle tutulacak, gözle görülüp kokusu duyulacak kadar somut hale gelebilen, nefes almayı engelleyebilen hal ve durumdur mutsuzluk... Mutluluğun resmi gibi mutsuzluğunki de çizilebilir mi, bilmiyorum.

Ama birilerine açıklamaya çalışmak, kulp takarcasına gerekçe uydurmaya kasmak anlamsızdır, her zaman nedenlerle gelmez size. Bazen sebepsizdir, durağandır; tavsamasını, geldiği gibi yavaşça gitmesini beklemek gerekir...

Öylece durursunuz geçmesi için, korktuğunuzu anlamasın diye yere bile çömelebilirsiniz...

Can dostumun dediği gibi, "Sen kendini mutlu et, birileri mutlaka yanında mutlu olmak ister."

Ki "High Fidelity"de geçen

Rob: Seni mutlu etmek için ne yapmam gerekiyordu?
Laura: Senin mutlu olman...

diyaloğuna bakarsak; mutlu etmek için mutlu olmak gerekir kanımca...

Friday, January 29, 2010

Babaların kızları

"Bugün aklıma geldi yine babam... Babasını kaybetmiş arkadaşlarımla konuşmuştum, bilmeden yarasına bastıklarımla dertleşmiştim, 'Varlığının kıymetini bil o sağken' demişlerdi. Küçükken kötü bir şey olduğunda babamın elimi tuttuğumda duyduğum güveni, 'Gülüm ben burdayım' dediğinde hissettiğim rahatlamayı hatırladım sonra.

Dama düşen yaralı kuşa günlerce bakmamızı, eve getirdiğim her kediyi annemden gizli beslememizi… Suç ortağımdı babam. Annem saçıma-kıyafetime söylenince 'Karışma çocuğa, bırak' derdi. Artık büyümüştüm. Üniversite için gittim yanlarından. Özgürdüm. Hayatı tanıdıkça, daha çok okudukça, siyasetten daha çok konuşmaya başladıkça görüş ayrılıkları başladı.

Bazı tepkilerine kızar, 'Baba nasıl böyle dersin, inanamıyorum' der, öfkelenir olmuştum. Ama gençliğinde yaşadıklarını anlatıyor, gösterilerde ölen arkadaşlarını, gençlik heyecanlarının hayatlarıyla son bulduğunu söylüyordu. O arkadaşlarının adını vapurlara vermişlerdi. Kızıyordum içten içe ona. Bana 'Yapma, bulaşma' dedikçe, 'Ama' diyordum, 'Hep böyle sessiz mi duracağız?' Heyecanını kaybettiği, korktuğu, bana da 'Aman bulaşma' dediği, okuduğum kitapları okumadan eleştirdiği, beni anlamadığı için.

Eski kahramanımı arıyordum belki de. Yine güçlü olsun, yine imrenerek dinleyeyim onu istiyordum. Biliyorum ki geçen zaman geri gelmiyor ve o gençleşmiyor. Konuştuğumuz şeyler azalsa da, mesafeler büyüse de anlıyorum ki, ne kadar uzakta olsak da, eskisi gibi olmasa da hiçbir şey; sadece beni korumak istemiş.

Kızsa da, küsse de ben hep onun 'gülü'ymüşüm. Ellerim artık kocaman ellerinde kaybolmuyor belki, saçları beyazladı, gözleri de daha zayıfladı, yaşlandığını kabullenmekte zorlanıyor; annemle daha çok şey paylaşıyorum belki, ama o hâlâ benim babam… ^

Gazetelerdeki memleket meselelerine, tartıştığımız milli dertlere kadar ne kadar ayrı düşsek de, ben onu pasif olup hemen kabullenmekle suçlasam da, o bana 'Anne baba olunca anlarsın' dese de, değişmeyen tek şey bu.

Çocuklar büyüyünce beğenmez ya hiçbir şeyi, en başta da çıktığı kabuğu; işte o kabuğu yitirmeden anlamaları gereken şey de bu: Babaların kızlarını hep sevdiği…"

Annelerin de tabii... O yüzden benim önceliğim, her zaman onlar. Vaktimin de sevgimin de çoğu onların...

J. D. Salinger'ın ardından...

Severdim Salinger'ı...

Meşhur "Catcher in the Rye" - eski "Gönülçelen" yeni "Çavdar Tarlasında Çocuklar", "Franny ve Zooey", "Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar"ını okumuştum. Çok da sevmiştim. Röportaj vermeyen, fotoğrafı bile gizlice çekilen bir yazardı.

"Boşverin suretimi, yazdıklarım ortada işte" diyenlerden...

Bahsi geçen ilk kitabı ve de tek romanı "Catcher in the Rye", efsaneleşmiştir. "Komplo Teorileri"nde Mel Gibson'ın canlandırdığı karakterin saplantısıdır. John Lennon'ın katilinin üstünden çıkmıştır. Özetle Salinger, Holden Caulfield ile tanıştırmıştır bizleri...

Salinger'a, iki güzel lafını alıntılayarak veda edeyim:

"Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

"Bir kitabı bitirdiğinizde, 'Keşke bunu yazan çok yakın bir arkadaşım olsaydı da canım ne zaman istese onu telefonla arayıp konuşabilseydim' diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir."

Güle güle gönülçelen...

Bilge Karasu'dan...

"... Konuştuklarımız başlangıçta her zamanki gibiydi, birbirimizi kavrıyorduk, ele geçiriyorduk, sonra sonra işin can damarına geldik. Durdum. Benden söz açmıştı, beni bulmaktan... Durdum. Sen zaten arıyordun dedim, bir şeyler arıyordun dedim, onları bulmaya hazırdın dedim, o zaman karşına ben çıktım, hazırdın bulmaya, bende buldun o aradığını, bende görmek istediğin, bulduğun şeyleri bulmaya hazırdın..."
(Troya'da Ölüm Vardı)

Teşvikiye'de bir vaha: ÇITIR KOKOREÇ (kapandı artık bay kokoreç)

Çıtır kokoreç, Teşvikiye camii'nin yanındaki sokaktan girince hemen sol kolda..
Ufak bir dükkan..İçerisi temiz, kokoreçler 10 numara, gece yarısına kadar, haftasonları sabah 3'e kadar açık bir mekan.
Uykuluk,Fındık, Kokoreç, Şiş,Köfte menünün vazgeçilmezleri.
Plase olarak günlük olarak yapılan ve Çeşme'den gelen Midye'de tavsiyedir.

Temmuz güncellemesi: Antrikot'tan yapılan ve sosta bekletildiği için ilave lezzet içeren Şiş inanılmaz!
Uyluluk'da denedim o da ayrı lezzettir yenmesi lazımdır, lakin uykuluk her daim bulunmuyor not alınsın.
Kokoreç'in şöyle güzellikleri oluyor ben açıkcası oldum olası yağda kokoreç'e ısınamadım, bu yüzden buranın kokoreçlerine hastayım.
Gerek porsiyon gerek ekmek arası seviyorum yapacak birşey yok.
Midye'lerde yedikçe yiyesi geliyor onlara da yapacak birşey olmaması oraya gidince kendini kaybetmeyi de beraberinde getiriyor.


Fiyatlar uygun,nişantaşı fiyatı değil.O yüzden giderken veya ısmarlarken titremenin alemi yok :)

Adres:
Osman F.Seden Sokak, 1/A Teşvikiye
Telefon: 0 212 / 248 25 25

Dikkat :Çıtır kokoreç yakın zamanda kapandı, Artık yeni dükkan Bay Kokoreç adıyla Hüsrevgerede caddesi üzerinde yolun başında sol kolda yer alıyor.

Teşvikiye cami yanından inen sokaktan giriyoruz,dört yol ağzında solda hemen..
Kokoreç ve tüm ızgaralar meşe odunuyla pişiyor..O yüzden yemesi leziz..

ELİXİR BEY, SİZE KAPAK OLSUN

http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Magazin/2010/01/29/bradin_fazla_kilolari_cok_sorun_olmus

BUYRUN, BURADAN YAKIN...

BİR ÖLÜM, BİN ÖLÜM

Dolu dolu 6 yaşındaydım öldüğünde, okumayı yeni sökmüşüm. Gazetelerde her gün suikastleri, ölümleri okumak normaldi. Başkaca okunacak yoktu ki
O yaşta neden sevmişim, neden hoşuma gitmiş? Muamma
Şimdi bile adını koymam mümkün değil.
bilinçli bir seviş olamaz ya da bilinçlice insanlar öldürülmemeli hali de değil

Bugün "o cezasını çekti, artık sadece İpekçi ailesi için problem olabilir" düşüncesi içimi şöyle bir cız ettirdi. Bugün seyredeceklerimizi üretenlerin başını çeken birinin ağzından çıkmamalı idi bu sözler. Belki bir cahilin evet, belki bir yeni yetmeyi bile hoş görebilirim, hatta ve hatta dans yarışmasına çıkarmasına bile ölçülü tepkim olabilir. Ama İpekçi'yi öldüren artık sadece ailesinin problemi olabilir????

Beyin göçü haksızdırı kim diyebilir şimdi bana?

Thursday, January 28, 2010

Hep böyle mi başlıyor acaba demeden edemedim

Bugün bir haberde okudum.Aslında haberde okunacak şeyi fotoğraftaki adamın ayağına bakarak görebiliriz.
Çok yakışmış ne diyeyim!
Devamını bekliyoruz heyecanla, allah tamamına erdirsin tü tü tü...
Ya bu memlekette herşey şakayla mı başlıyor
Bu grotesk figürlerin bu özgüveni beni göt etmeye devam mı etmek zorunda!
Şaka di mi bu ?

BEKLERKEN

En kötüyü beklerken, ameliyathane kapısına beklerken, test sonucu beklerken bir his olur ya derunda
işte çöktü boğazıma
ne beklediğim haber var, ne hastam, ne testim
sadece boğazıma çöken
üstüme varan
içimi dapdar eden

ne ise o kötü haber gelsin bir an evvel ve başlayabileyim ağlamaya dedirten

gri havalar mıdır acep müsebbibi?

Wednesday, January 27, 2010

ANAN VAR MİDUR?

sen bu yaylaları yaylayamassın gülüm
yaylayamassın, yaylayamassın yavrum yaylayamazsın
derindir gölleri boylayamassun
oy ellerin kınalıdır oynayamazsın
anan var midur baban var midur
seni bana methettiler aslı var midur

Tuesday, January 26, 2010

Hani ben

Hani ben yazıyorum ya iki satır, olmayan ifade yeteneği ile
Serbest her şey
Egosuzu oynayacağım en büyüğünden egom ile

Kar yağdı ya

kar yağdı ya
akla ya salep düşer ya boza
modern ise sıcak şarap, sıcak çikolata, çikolata fondü...

Salep için son öğrendiğim, Kurtuluş Damla Büfe
Derler ki 10 kaplan gücünde imiş, eski salepler gibi imiş
Deneyiniz, let me knowunuz

İnanayım mı buna?

İnanayım mı buna?
Tabii inan, niye inanmayacaksın ki? Bir macera yapacaksam o kadının Beyhan’ın üstünde olması lazım. Korkarım zaten bir gece tanıdığım kadınla yatağa girmekten. Her şeyden evvel hastalık kapmaktan korkarım, nasıl anlatacağım karıma?

Kaynak: http://www.milliyet.com.tr/-anilarimi-yazmaya-kalktim-ailemin-mafya-tarafindan-uyari-geldi-/pazar/haberdetay/24.01.2010/1189816/default.htm

Hastalık kapmaktan korkmam, ama ruhumun gidivermesinden korkarım. İncitmekten korkarım. İnsan olamamaktan korkarım. Değer vermemekten korkarım. Konuşamamaktan korkarım. Paylaşamamaktan korkarım. Sevememekten korkarım.
Yoksa derdim ne fino olmak, ne fino etmek.

Monday, January 25, 2010

yok yok

yok yok
kolay değil eskisi kadar canımı acıtmak
çok daha fazlası gerek
2 söz, 2 laf yetmiyor
önce umursayacağım bir iki kelam lazım


"Bir başka damlayı katmadan, katılmadan…"

yetmez bana bu kadarı
göz yaşı? döktürmez inan... 7 kat artık
Ben ben oldum artık

Aman eksik kalmasın


http://www.hurriyet.com.tr/magazin/magazinhatti/13577338.asp?gid=222

Really?????

Hiç mi komedi yazarı yok bu ülkede? İlla uyarlama mı?
Yazık...

Sunday, January 24, 2010

Bana yalan söyle


Eminim daha yeni keşfettiğim için epey bir laf yiyebilirim lakin ne gam!
Problem değil, leziz mi leziz bir dizi..Evet yeni başladım size ne yahu..siz de seyredin o halde.
Olaylar haricinde insanı deşifre eden şahane bir yapım..Ben mi ? Hepimiz beyaz, pembe, rengarenk yalan söylemiyor muyuz ? Hadi canım yemeyin beni şimdi.. o kadar da değil..yoksa ..yoksa ? hahahaha yalannnnnnn!

Thursday, January 21, 2010

CAPPUCCINO VS CAFE LATTE

Poser demek etiket demek ya..
Bakın sevgili gösteriş budalaları..madem bilmiyorsunuz öğrenin bari..
Eskiden kahve içme bahanesiyle değişik bir kahve siparişleri genelde Capuccino ağırlıklı olurdu, böylelikle kahve gibi tekdüze bir içecek yerine söylenişi daha "HAVALI" bir içecek gelirdi.

Di'li konuşuyorum çünkü şimdilerde bir Cafe Latte fenomeni sardı yurdumun dört bir kahvecisini..
Daha da komiği sabahları kahvecilere gelen takım elbiseli ciddi görünümlü adamlar latte ısmarlıyorlar..Gelen kadın milletinin çoğunluğu Latte'ci..özellikle de Caramel Macchiato'cu..
Şaka değil.

Bende yurdum görgüsüzlerine eğitim mahiyetinde iki kelam yazayım da kendinizden utanın.

1) Capuccino: Kahve üzeri süt kreması.(4/5 kahve, 1/5 süt)

2) Cafe Latte: Süt üzeri az kahve yani bildiğin Sütlü Kahve.(4/5 Süt, 1/5 kahve)

Sorarım sana şimdi sütlü kahve içmek için evde bu kadar debeleniyor musun sevgili yurdum poser'ı ?

E.V.

Namı diğer cahil
Namı diğer kendini bilmez
Namı diğer 5 dil...

Dün biri Mutlu Tönbekici ile röportaj yapmış, öne çıkan başlık: "Parti verip, sonra da kimsenin gelmemesi korkusu benim hayatım"

E.V. yorum yapmış: "dili o kadar uzun olursa korkar tabii keh meh" minavalli, tam hatırlamıyorum cümleyi
Sonra da silmiş, neden korktu ise artık

Bre cahil, bre dangalak, bre densiz
sus be yahu, edep yahu
konuşma, konuştukça iğrenç cehaletin daha da batıyor gözüme
İrrite oluyorum
Ve hayır kıskanmıyorum/z hayal ettiğin gibi, sadece dizlerimi dövüyorum; gerçekten
kabiliyetli, dolu dolu adamlar varken bir vitrini işgal etmene, bizim Türkiye diyebilme densizliğine, ve kendine gazeteci diyebilme lüksüne ağlıyorum.

Roma Amerikan Üniverstiesi nedir ne değildir diye bir kişi bile mi bakmadı yahu?
yuh yahu
edeb yahu

Wednesday, January 20, 2010

Ne olacak bu Türk Blogger'larının hali ?

Yahu bu yurdum insanı denen tür siber alemlerde bi başka türlü olmuş.Bir blog turuna çıktım.Varoşlar, avamlar fink atıyor.
Abazalık denen ruhsal kavram milleti derinden etkilerken herkeslerde bir sosyal kanama halinde akıyo.
Vay canına..
Teşhircilik ötesine geçmiş insanlar..Saçma sapan psikolojik tahliller, salakça fanteziler, gerzek tespitler, herşeyi bilmecesine asalaklık derecesine yapılan laf sokmalar, oy oy oy...
Cehalet çağ atlamış...
Demek ki AGB ratingleri yalan söylemiyor..Taşra öldü yaşasın varoş.
Bir de dijital trendsetter'lar var ki onlar da meselenin trendy tarafları..yahu sen 2-3 sene önce almadın mı bilgisayarı ? Sen değilmiydin saatlerce oyun oynayan? hangi vakitte trendsetter oldun ? bu kendine koyduğun etiket aslında yurtdışındaki işleri takip edip, kendi sitende yarım yamalak çevirinle yayımladığından olmasın sakın ?
Hele kızların durumu..erkeklerin durumundan daha sakil..daha da ajite edici..sanırsın hepsi pamuk prenses..hepsi birer audrey hepburn..
yurdum poser'ı..
yerim ben sizin trendsetter'lığınızı...
iphone aldım hayatım upgrade oldu di mi ? :)

Monday, January 11, 2010

HEYECAN 2

ARA SIRALIĞIDIR HEYECANI BENZERSİZ KILAN
ADRENALİN HEP YÜKSEK KALSA NE ANLAMI KALIR Kİ? AL SANA ALIŞKANLIK, AL SANA SIRADANLIK
DAN BROWN'DA MESELA HEYECAN VERİCİ
AMA 2 KİTABI OKUDUKTAN SONRA TANIDIK
ORHAN VELİ ÖYLE Mİ YA? YA DA NAZIM?
HER YILBAŞI MİLLİ PİYANGO HEYECANI VAR MESELA, YA ÇIKARSA DEDİĞİN VE ASLA ÇIKMAYAN
O ÇIKMAYIŞLIĞI BİLDİĞİN İÇİN, SENİN İÇİN SIRADANLAŞAN

Friday, December 25, 2009

Heyecan

Heyecan, gerçekten duyulası mıdır yoksa ara sıra duyulunca mı heyecan kontenjanına girer..
Var bir heyecan, kalbin ritmini %15 artıran, boğaza doğru daraltan, salgı bezini harekete geçiren..
gerçekten duyulası sanırım..

Tuesday, December 22, 2009

Paket

Bazen günleri paketliyesim geliyor, bugünde öyle idi.Kocaman bir paket yapıp, içini doldurup, sonra üstünde zıplayıp paketi ambalajlayıp kuzey kutbuna gönderesim geldi..
iyi de yaşadık üstüne üstlük..
sevimsiz oldu..
olsun o da iyidir..
olmadı..kedidir kedi..

Friday, December 11, 2009

Doğum Günü hadisesi

Bugün benim doğum günüm.Kendime kıyak yapıyorum.
Tarihe not bile düştüm.
Megalomani pik yapıyor.
hahaha

Monday, November 30, 2009

Harika bir film..Şahane bir soundtrack "Funny People"

Bazen kötü bir vaktinizde o vakti tersine çevirecek bir film seyredersiniz ya..hani..o filmlerden işte..
Nefis oyunculuklar ve Şahane müzikleri eşliğinde bir Judd Apatow filmi..Sabahtan beri 8'nci tekrar'a geçtim müzikleri...o kadar güzel..o kadar sade..


Saturday, November 28, 2009

Bayram dedikleri

Eskiden bayram diye birşey vardı artık adı kaldı tadı tatile dönüştü.İki kelam yazasım geldi.
Madde 1:
-Bayram tebriği mail yoluyla olmaz, ayıptır, görgüsüzlüktür.
Madde 2:
-Bayram tebriği sms yoluyla olmaz, ayıptır, görgüsüzlüktür.
Madde 3:
-Bayram tebriği madem kişiye özelse ya telefon açılır yada bizzat evine gidilir yerinde tebrik edilir.

Bu yüzden bana ilk 2 maddeyle bayram tebriği yapılmasını gerçekten kişisel hakaret gibi algılıyorum. Aramaya, haber vermeye tenezzül etmeyen eş,dost ahalisi bana ultra yapay geliyor.

O yüzdendir ki yıllardır gerek mail gerekse sms yoluyla tebrik edenlere geri dönmem.
hoşlanmıyorum bu yapaylıktan..vaktim yoktu falan gibi mazeretlere ise kahkahalarımı yolluyorum.

Monday, November 23, 2009

Patti labelle and Michael McDonald - On My Own

Taa lise zamanlarımdan kalan bir şarkı.. Patti Labelle ve Michael McDonald'ın söylediği.."On My Own."
Bir kaç gün önce beynimden fırladı, üç dört gündür, günde 4-5 kere minimum dinliyorum..
Hafıza çok enteresan 15 yaşımdayken dinlediğim şarkı 20 küsür yıl sonra pörtledi..

Sözleri de şurda..hatta ne enteresan geldi şimdi...

So many times
Said it was forever
Said our love would always be true
Something in my heart always knew
I'd be lying here beside you
On my own
On my own
On my own

So many promises never should be spoken
Now I know what loving you cost
Now we're up to talking divorce
And we weren't even married
On my own
Once again now
One more time
By myself

No one said it was easy
But it once was so easy
Well I believed in love
Now here I stand
I wonder why

I'm on my own
Why did it end this way
On my own
This wasn't how it was supposed to be
On my own
I wish that we could do it all again

So many times
I know I should have told you
Losing you it cut like a knife
You walked out and there went my life
I don't want to live without you
On my own
On my own
On my own

This wasn't how it was supposed to end
I wish that we could do it all again
I never dreamed I'd spend one night alone
On my own, I've got to find where I belong again
I've got to learn how to be strong again
I never dreamed I'd spend one night alone
By myself by myself
I've got to find out what was mine again
My heart is saying that it's my time again
And I have faith that I will shine again
I have faith in me
On my own
On my own
On my own

Saturday, November 21, 2009

Çok sevmezsen, çok acımazsın

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.

Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…

Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.

Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…

Can Yücel

-------------------

İlişik yaşamak... Böyle hep birşeylerin kıyısında köşesinde... Hiçbir şeyin tam olarak içine giremeden. Ağzını doldura doldura "benim" diyemeden... Yüreğini doldura doldura "benim" diyemeden...

E hadi sen böyle yaşayacaksın. Diyelim ki böyle mutlu oldun. Korurdun kendini. Engebeler azaldı. Yaşam daha bir düzenli akmaya başladı diyelim...

Ya O?.. O da mı ilişik yaşayacak sana? Böyle hep kıyında köşende? Böyle hep, tam olarak içine giremeden... Sana "Seni seviyorum" dediğinde hiç dolu dolu dökülmeyecek mi o sözler? Hiç tam anlamını bulmayacak mı?

O böyle olacaksa, sen de işte tam olarak böyleysen; kim neyin içinde, neye ilişik kalacak? Hep birbirine sadece sürtünerek, sadece teğet geçerek mi yaşanacak ilişkiler? İlişkiler hep ama hep "ilişik" mi olacak?

Sunday, November 15, 2009

Pazar

Pazar can'dır..Pazar yatılasıdır..Pazar temizlik günüdür, Pazar dertop vaktidir..Ama ne oldu..Cuma günü meğer Pazar günü hortlayası tutulasıymış..
Bir email haftasonunu pörtletebiliyormuş..
Gerginlik pazartesine taşınacak..
hay bin kunduz..

Thursday, November 12, 2009

bencil olmak

Bu saatte kendimle başbaşayım..Günün yorgunluğunu anca atabildim..Hatta yirmi dakika önce sokaktaydım.Gece yarısı sokağa attım kendimi..öncesinde de 2 tane migren hapı attım..sokakta duruldum, kendime geldim..kendimle başbaşa kaldım, kendimle dertleştim..Telefonda söyleyemediklerimi toparlamak için, telefonda keşke şunu da diyeydim diye yarım saat dil döktüm kendime..
Empati zor şey..
Kendini dinlemek daha zor, kendine hakim olmak, susmayı öğrenmek ama asla doğru bildiğini saklamamak..saklayanların maskesini düşürmek..
zor be..
Bencil olmak da zor şey...

Kendimle dertleştiğim bu saatlerde, kendime not saklamak için yazıyorum..
yazıyorum ki gün olunca bu yazımı tekrar okuduğumda suratımda belirecek o hüznü hazmedeyim, tekrar okuğumda belki suratımda belirecek o gülümsemeyi hazmedeyim...
Evet bencillik de iyidir..
Buna mı bencillik diyosun diyene de budur diyorum..

Tuesday, November 10, 2009

7 FARK - TWITTER

nytimes

New York’s Voice of Dissent on Gay Marriage http://bit.ly/2iFvid


HTGazete
Nihal'den Behlül'e aşk öpücüğü VİDEO: Aşk-ı Memnu'da heyecan doruğa çıkıyor. http://bit.ly/3vINxk

Bulun yine 7 farkı