Bu öğlen kendime kıyak yaptım ve kendimi ödüllendirdim! Beyoğlunda işim çıktı, birşeyler atıştırdıktan sonra Kahve keyfine Nero'ya girdim, eh gönül ferman dinlemez.Balkabaklı Cheesecake ile gözgöze gelince aramızda birşeyler olduğunu hissettim.Teklifsiz olarak direkt odaklanarak kendisini midemde görmek istediğimi, bu aşkın karşılıksız da pek mümkün olabileceğini belirterek bir porsiyon ısmarladım.Sade Filtre kahve ile zaten sürekli olarak flört ettiğim için Cheesecake'e de mükemmel bir üçlü olabileceğimizi elimden geldiğince anlattım.
Sonuç: Balkabaklı Cheesecake bir harika, hem kıvamı, hem tadı, hemde kullandıkları malzeme olmuş.Filtre kahve ile mükemmel damak uyumu..Tavsiyedir.
Farkettiyseniz fotoğrafta Cheesecake'i tüm bir parça olarak göremiyoruz, heyecandan yedim fotoyu çekene kadar :)
Bir gün,bir ay,bir yıl, yada ne vakitte olursa olsun,toplandık,toplaştık, geldik, gittik, yazdık,yazdırdık,baktık, yedik,yedik,yedik,şiştik,kocaman olduk, düşündük,geldik,yazdık,gittik,geldik,gittik...
Tuesday, March 8, 2011
Monday, March 7, 2011
I AM BACK
Geldim geldim ehehehe.Aslan Blogger!
Tuesday, February 22, 2011
Kısa ve Öz
%90 tekstil üreticilerinin ben ta a.k.
bitti, dağılabilirsiniz
bitti, dağılabilirsiniz
Sunday, February 20, 2011
Haftada bir gün olsun durmak gerek
Bir gün olsun durmak ve şarj etmek gerek bünyeyi.
Bazen izin vermiyor hayat. Mesela bugün.
Markete gitmek gerek, yemek hazırlamak gerek, çamaşırları yıkayıp kurutmak gerek, önümüzdeki hafta için gerekli işleri yapmak gerek, hala devam den üretim sorunları için üreticilerle konuşmak gerek.
İçimden geçen tam Evrim'in yazdığı gibi susmak. Hatta hareketsiz kalmak. Dışarıdan yiyecek bir şeyler sipariş edip, yataktan çıkmadan yemek ve televizyona bakmak.
söylene söylene yapmam gerekeni yapıyorum. Sadece markete gitme fikri kabus. Evden dışarı adım atma isteği: sıfır!
Yarın sabah tüm koşturmaca başlıyor tekrar. ama bu sefer spordan fedakarlık yok, aklımı salim tutmak istiyorsam buna mecburum, zira rahatlayabileceğim başka bir şey kalmadı.
bir seneyi geçti geri sayım başlayalı. Ne çabuk geçiyor zaman. Ne güzel uyum sağlıyoruz her şeye. Tek bir soru var ama aklımda hep: değdi mi? tüm bunlara değiyor mu? Daha mı güzel her şey? Gelecek daha mı parlak artık? Daha mı mutlu herkes?
bir soru sormanın kötü tarafı bu işte. Her soru bir sonrakine açılan kapı.
Ben en iyisi getirdiklerimden bir tane seçip risotto yapayım. biraz karbonhidrat serotonin salgılatır nasıl olsa.
Bazen izin vermiyor hayat. Mesela bugün.
Markete gitmek gerek, yemek hazırlamak gerek, çamaşırları yıkayıp kurutmak gerek, önümüzdeki hafta için gerekli işleri yapmak gerek, hala devam den üretim sorunları için üreticilerle konuşmak gerek.
İçimden geçen tam Evrim'in yazdığı gibi susmak. Hatta hareketsiz kalmak. Dışarıdan yiyecek bir şeyler sipariş edip, yataktan çıkmadan yemek ve televizyona bakmak.
söylene söylene yapmam gerekeni yapıyorum. Sadece markete gitme fikri kabus. Evden dışarı adım atma isteği: sıfır!
Yarın sabah tüm koşturmaca başlıyor tekrar. ama bu sefer spordan fedakarlık yok, aklımı salim tutmak istiyorsam buna mecburum, zira rahatlayabileceğim başka bir şey kalmadı.
bir seneyi geçti geri sayım başlayalı. Ne çabuk geçiyor zaman. Ne güzel uyum sağlıyoruz her şeye. Tek bir soru var ama aklımda hep: değdi mi? tüm bunlara değiyor mu? Daha mı güzel her şey? Gelecek daha mı parlak artık? Daha mı mutlu herkes?
bir soru sormanın kötü tarafı bu işte. Her soru bir sonrakine açılan kapı.
Ben en iyisi getirdiklerimden bir tane seçip risotto yapayım. biraz karbonhidrat serotonin salgılatır nasıl olsa.

Saturday, February 19, 2011
Gerçeklerden kaçamazsın
bildiğiniz 1,5 numara yakın için gözlük
çok moralimi bozmasın diye cıvıl cıvıl bir yeşil
ama gerçek ortada, officially yaşlılık başlıyor
gözlerde bıraktı yarı yolda
artık okumak cam arkasından
Friday, February 18, 2011
40 YILLIK ACUR
Bazen düşünüyorum da işin içinden çıkamıyorum, 40'lı yaşlarıma yaklaşırken daha fazla empati yaptıkça, daha fazla özendikçe, özendiğim, titizlendiğim ne kadar şey varsa aslında boş olduğunu görüp kendi kendime hayıflanıyorum.
Sikeyim anasını mecbur muyum lan ben etrafımdaki eşime, dostuma empati yapmaya ? Keriz yerine kondukça deliresim geliyor.Siktirin!
O yüzden daha az empati, daha çok huzur..Artık email yazarken bile o kadar koyverdim ki hiç kullanmak istemediğim o avam kısaltmaları bile kullanıyorum meğer boşuna kasıp,boşuna titizleniyormuşum.Artık devir "cnm", "tatlım", "şekerim" devridir..BSG!
Sikeyim anasını mecbur muyum lan ben etrafımdaki eşime, dostuma empati yapmaya ? Keriz yerine kondukça deliresim geliyor.Siktirin!
O yüzden daha az empati, daha çok huzur..Artık email yazarken bile o kadar koyverdim ki hiç kullanmak istemediğim o avam kısaltmaları bile kullanıyorum meğer boşuna kasıp,boşuna titizleniyormuşum.Artık devir "cnm", "tatlım", "şekerim" devridir..BSG!
Thursday, February 17, 2011
Son gece
Zerre kadar dönme isteğim yok
Şu ülkeye her gelişimde aynı şeyi hissediyorum.
hiç bir yere bu kadar ait hissetmişliğim yok kendimi. Burada hiç mi sorun yok? Var... Amerika için özgürlükler ülkesi derler ya, yalan arkadaş. Özgürlük burada aslında, hazmedilmiş, hakkı verilen özgürlük var.
onlarında başbakanları ile problemleri var, ama başbakan kendisine gelen eleştirileri gülerek karşılayabiliyor. Televizyonlarda acımasızca eleştirebiliyor ve fişlenmiyorlar. Konuşmak sorun değil. İşsizlik burada da var. Hayat inanılmaz pahalı, en ucuz t-shirt 40 euro. Ama et yemek halk için sorun değil, marketlerdeki yiyecek fiyatları bize göre çok daha uygun.
Manasızca tapınmak özenmek değil benimki.
yorgunluktan beynim iki lafı bir araya getiremiyor.
son derece verimli geçti bu sefer, güzel işlerle dönüyorum. ama gerideki sorunlar bırakmadı yakamı. İş yaparken destek lazım, nasıl olacak bilmiyorum. biri lazım yardım için. Hepsi bir tarafa düzgün üretici lazım.
Akşam 6 gibi bitti işim, valizimi bile topladım. ama tüm gün İstanbul'dan yetişen sorunlar nefesimi kesti. giydim ayağıma rahatça bir ayakkabı, altıyı çeyrek geçe hızlı adımlarla başladığım yürüyüş sekiz buçukta ayağımdaki sızı ile kesintiye uğradı. Ne saatin nasıl geçtiğini anladım, ne soğuğu, ne de yağmuru.
Kafamı biraz açlık, biraz ayağımın acısı durdurdu. Kafamı kaldırdığımda Pasticceria Biffi'yi gördüm. 160 senedir aynı yerde. Benim Milano'yu ilk gördüğüm 1986'dan beri aynı yerde olması tarihi yanında küçük ayrıntı. Her şeyin sürekli değişmesine alışık bünyeme her seferinde şok etkisi yapıyor. Brie ve salame milanese ile bir sandviçe bir kadeh kırmızı eşlik etti. Servisimi veren yaşlı garsonun tatlı ama saygılı sohbeti ise ilaç. İstanbul'da yalnız yemek ne denli işkence ise, burada o kadar keyif.
bir gece hariç adam gibi yemek yiyemedim. her akşam fuar sonrası, bardan bir sandviç bir kola alıp koşarak odaya gidip eksik evrak işleri, nerede ise sabaha kadar üreticilerle telefon görüşmeleri, bağırmalar, çağırmalar... bir risotto yiyemeden döneceğime yanıyorum. ama buradaki pişmeye hazır risottolardan aldım birkaç paket. bir koca torba rende parmesana sadece 3 euro verdim desem? Raflarda şarap fiyatları insanı ağlatacak halde. 2€ya gayet içilebilir köpüklü şaraplar. Free shopta Keglevich 7€, burada markette de 7€. Bavulum zaten gelirken 20 kg üzeri idi, yemedi gözüm bir şey almayı.
ruhum dar dönüyorum... bir parçam burada kalıyor yine.
kısa zamanda edindiğim dostların tatlılığını da ekledim bavuluma.
Gelirken penti'nin istanbul desenli çorabını almıştım. dönünce tam 12 kişiye çoraptan göndereceğim :)
Doya doya kahve içtim. En iyi yaptığım şeylerden biri oldu :)
Sabah dokuz buçukta yola çıkıyorum. İlk durak Stazione Centrale. Oradan otobüs ve 1 saatte Bergamo'ya varış. Sonra check in. 14.00 te uçak kalkar. 18.00 gibi Sabiha Gökçen'e iniş. Cumartesi sabah ofise dönüş.
Asabi elbiseyi giyiş...
Şu ülkeye her gelişimde aynı şeyi hissediyorum.
hiç bir yere bu kadar ait hissetmişliğim yok kendimi. Burada hiç mi sorun yok? Var... Amerika için özgürlükler ülkesi derler ya, yalan arkadaş. Özgürlük burada aslında, hazmedilmiş, hakkı verilen özgürlük var.
onlarında başbakanları ile problemleri var, ama başbakan kendisine gelen eleştirileri gülerek karşılayabiliyor. Televizyonlarda acımasızca eleştirebiliyor ve fişlenmiyorlar. Konuşmak sorun değil. İşsizlik burada da var. Hayat inanılmaz pahalı, en ucuz t-shirt 40 euro. Ama et yemek halk için sorun değil, marketlerdeki yiyecek fiyatları bize göre çok daha uygun.
Manasızca tapınmak özenmek değil benimki.
yorgunluktan beynim iki lafı bir araya getiremiyor.
son derece verimli geçti bu sefer, güzel işlerle dönüyorum. ama gerideki sorunlar bırakmadı yakamı. İş yaparken destek lazım, nasıl olacak bilmiyorum. biri lazım yardım için. Hepsi bir tarafa düzgün üretici lazım.
Akşam 6 gibi bitti işim, valizimi bile topladım. ama tüm gün İstanbul'dan yetişen sorunlar nefesimi kesti. giydim ayağıma rahatça bir ayakkabı, altıyı çeyrek geçe hızlı adımlarla başladığım yürüyüş sekiz buçukta ayağımdaki sızı ile kesintiye uğradı. Ne saatin nasıl geçtiğini anladım, ne soğuğu, ne de yağmuru.
Kafamı biraz açlık, biraz ayağımın acısı durdurdu. Kafamı kaldırdığımda Pasticceria Biffi'yi gördüm. 160 senedir aynı yerde. Benim Milano'yu ilk gördüğüm 1986'dan beri aynı yerde olması tarihi yanında küçük ayrıntı. Her şeyin sürekli değişmesine alışık bünyeme her seferinde şok etkisi yapıyor. Brie ve salame milanese ile bir sandviçe bir kadeh kırmızı eşlik etti. Servisimi veren yaşlı garsonun tatlı ama saygılı sohbeti ise ilaç. İstanbul'da yalnız yemek ne denli işkence ise, burada o kadar keyif.
bir gece hariç adam gibi yemek yiyemedim. her akşam fuar sonrası, bardan bir sandviç bir kola alıp koşarak odaya gidip eksik evrak işleri, nerede ise sabaha kadar üreticilerle telefon görüşmeleri, bağırmalar, çağırmalar... bir risotto yiyemeden döneceğime yanıyorum. ama buradaki pişmeye hazır risottolardan aldım birkaç paket. bir koca torba rende parmesana sadece 3 euro verdim desem? Raflarda şarap fiyatları insanı ağlatacak halde. 2€ya gayet içilebilir köpüklü şaraplar. Free shopta Keglevich 7€, burada markette de 7€. Bavulum zaten gelirken 20 kg üzeri idi, yemedi gözüm bir şey almayı.
ruhum dar dönüyorum... bir parçam burada kalıyor yine.
kısa zamanda edindiğim dostların tatlılığını da ekledim bavuluma.
Gelirken penti'nin istanbul desenli çorabını almıştım. dönünce tam 12 kişiye çoraptan göndereceğim :)
Doya doya kahve içtim. En iyi yaptığım şeylerden biri oldu :)
Sabah dokuz buçukta yola çıkıyorum. İlk durak Stazione Centrale. Oradan otobüs ve 1 saatte Bergamo'ya varış. Sonra check in. 14.00 te uçak kalkar. 18.00 gibi Sabiha Gökçen'e iniş. Cumartesi sabah ofise dönüş.
Asabi elbiseyi giyiş...
Son gece
Zerre kadar dönme isteğim yok
Şu ülkeye her gelişimde aynı şeyi hissediyorum.
hiç bir yere bu kadar ait hissetmişliğim yok kendimi. Burada hiç mi sorun yok? Var... Amerika için özgürlükler ülkesi derler ya, yalan arkadaş. Özgürlük burada aslında, hazmedilmiş, hakkı verilen özgürlük var.
onlarında başbakanları ile problemleri var, ama başbakan kendisine gelen eleştirileri gülerek karşılayabiliyor. Televizyonlarda acımasızca eleştirebiliyor ve fişlenmiyorlar. Konuşmak sorun değil. İşsizlik burada da var. Hayat inanılmaz pahalı, en ucuz t-shirt 40 euro. Ama et yemek halk için sorun değil, marketlerdeki yiyecek fiyatları bize göre çok daha uygun.
Manasızca tapınmak özenmek değil benimki.
yorgunluktan beynim iki lafı bir araya getiremiyor.
son derece verimli geçti bu sefer, güzel işlerle dönüyorum. ama gerideki sorunlar bırakmadı yakamı. İş yaparken destek lazım, nasıl olacak bilmiyorum. biri lazım yardım için. Hepsi bir tarafa düzgün üretici lazım.
Akşam 6 gibi bitti işim, valizimi bile topladım. ama tüm gün İstanbul'dan yetişen sorunlar nefesimi kesti. giydim ayağıma rahatça bir ayakkabı, altıyı çeyrek geçe hızlı adımlarla başladığım yürüyüş sekiz buçukta ayağımdaki sızı ile kesintiye uğradı. Ne saatin nasıl geçtiğini anladım, ne soğuğu, ne de yağmuru.
Kafamı biraz açlık, biraz ayağımın acısı durdurdu. Kafamı kaldırdığımda Pasticceria Biffi'yi gördüm. 160 senedir aynı yerde. Benim Milano'yu ilk gördüğüm 1986'dan beri aynı yerde olması tarihi yanında küçük ayrıntı. Her şeyin sürekli değişmesine alışık bünyeme her seferinde şok etkisi yapıyor. Brie ve salame milanese ile bir sandviçe bir kadeh kırmızı eşlik etti. Servisimi veren yaşlı garsonun tatlı ama saygılı sohbeti ise ilaç. İstanbul'da yalnız yemek ne denli işkence ise, burada o kadar keyif.
bir gece hariç adam gibi yemek yiyemedim. her akşam fuar sonrası, bardan bir sandviç bir kola alıp koşarak odaya gidip eksik evrak işleri, nerede ise sabaha kadar üreticilerle telefon görüşmeleri, bağırmalar, çağırmalar... bir risotto yiyemeden döneceğime yanıyorum. ama buradaki pişmeye hazır risottolardan aldım birkaç paket. bir koca torba rende parmesana sadece 3 euro verdim desem? Raflarda şarap fiyatları insanı ağlatacak halde. 2€ya gayet içilebilir köpüklü şaraplar. Free shopta Keglevich 7€, burada markette de 7€. Bavulum zaten gelirken 20 kg üzeri idi, yemedi gözüm bir şey almayı.
ruhum dar dönüyorum... bir parçam burada kalıyor yine.
kısa zamanda edindiğim dostların tatlılığını da ekledim bavuluma.
Gelirken penti'nin istanbul desenli çorabını almıştım. dönünce tam 12 kişiye çoraptan göndereceğim :)
Doya doya kahve içtim. En iyi yaptığım şeylerden biri oldu :)
Sabah dokuz buçukta yola çıkıyorum. İlk durak Stazione Centrale. Oradan otobüs ve 1 saatte Bergamo'ya varış. Sonra check in. 14.00 te uçak kalkar. 18.00 gibi Sabiha Gökçen'e iniş. Cumartesi sabah ofise dönüş.
Asabi elbiseyi giyiş...
Şu ülkeye her gelişimde aynı şeyi hissediyorum.
hiç bir yere bu kadar ait hissetmişliğim yok kendimi. Burada hiç mi sorun yok? Var... Amerika için özgürlükler ülkesi derler ya, yalan arkadaş. Özgürlük burada aslında, hazmedilmiş, hakkı verilen özgürlük var.
onlarında başbakanları ile problemleri var, ama başbakan kendisine gelen eleştirileri gülerek karşılayabiliyor. Televizyonlarda acımasızca eleştirebiliyor ve fişlenmiyorlar. Konuşmak sorun değil. İşsizlik burada da var. Hayat inanılmaz pahalı, en ucuz t-shirt 40 euro. Ama et yemek halk için sorun değil, marketlerdeki yiyecek fiyatları bize göre çok daha uygun.
Manasızca tapınmak özenmek değil benimki.
yorgunluktan beynim iki lafı bir araya getiremiyor.
son derece verimli geçti bu sefer, güzel işlerle dönüyorum. ama gerideki sorunlar bırakmadı yakamı. İş yaparken destek lazım, nasıl olacak bilmiyorum. biri lazım yardım için. Hepsi bir tarafa düzgün üretici lazım.
Akşam 6 gibi bitti işim, valizimi bile topladım. ama tüm gün İstanbul'dan yetişen sorunlar nefesimi kesti. giydim ayağıma rahatça bir ayakkabı, altıyı çeyrek geçe hızlı adımlarla başladığım yürüyüş sekiz buçukta ayağımdaki sızı ile kesintiye uğradı. Ne saatin nasıl geçtiğini anladım, ne soğuğu, ne de yağmuru.
Kafamı biraz açlık, biraz ayağımın acısı durdurdu. Kafamı kaldırdığımda Pasticceria Biffi'yi gördüm. 160 senedir aynı yerde. Benim Milano'yu ilk gördüğüm 1986'dan beri aynı yerde olması tarihi yanında küçük ayrıntı. Her şeyin sürekli değişmesine alışık bünyeme her seferinde şok etkisi yapıyor. Brie ve salame milanese ile bir sandviçe bir kadeh kırmızı eşlik etti. Servisimi veren yaşlı garsonun tatlı ama saygılı sohbeti ise ilaç. İstanbul'da yalnız yemek ne denli işkence ise, burada o kadar keyif.
bir gece hariç adam gibi yemek yiyemedim. her akşam fuar sonrası, bardan bir sandviç bir kola alıp koşarak odaya gidip eksik evrak işleri, nerede ise sabaha kadar üreticilerle telefon görüşmeleri, bağırmalar, çağırmalar... bir risotto yiyemeden döneceğime yanıyorum. ama buradaki pişmeye hazır risottolardan aldım birkaç paket. bir koca torba rende parmesana sadece 3 euro verdim desem? Raflarda şarap fiyatları insanı ağlatacak halde. 2€ya gayet içilebilir köpüklü şaraplar. Free shopta Keglevich 7€, burada markette de 7€. Bavulum zaten gelirken 20 kg üzeri idi, yemedi gözüm bir şey almayı.
ruhum dar dönüyorum... bir parçam burada kalıyor yine.
kısa zamanda edindiğim dostların tatlılığını da ekledim bavuluma.
Gelirken penti'nin istanbul desenli çorabını almıştım. dönünce tam 12 kişiye çoraptan göndereceğim :)
Doya doya kahve içtim. En iyi yaptığım şeylerden biri oldu :)
Sabah dokuz buçukta yola çıkıyorum. İlk durak Stazione Centrale. Oradan otobüs ve 1 saatte Bergamo'ya varış. Sonra check in. 14.00 te uçak kalkar. 18.00 gibi Sabiha Gökçen'e iniş. Cumartesi sabah ofise dönüş.
Asabi elbiseyi giyiş...
Wednesday, February 16, 2011
Muhabiriniz Milano'dan bildiriyor
Geldiğimden beri dinemeyen bir yağmur
Şanına yakışır şekilde, soğuk, yağmurlu ve gri
Otelden az uzaklaşabildim, azıcık yürüyebildim
Minicik odam, minicik yatağım ile mutluyum ama
Seviyorum bu toprakları, rahat ediyorum
Hele ki akşam gazetelere bakıp oda tv olayını okuyup, başbakanın tornadan çıkmış hanımlar demecini okuyunca kararan içim Milano ile yarış haline girince, iyiden iyiye gelmek istemiyorum geriye.
İnsan olduğumu hissedebildiğim yerlerde kalmak istiyorum.
akşam az biraz vitrinlere baktım, yeni sezon tüm güzelliği ile renklendirmiş şehri, ama fiyatlara yaklaşmadan önce tansiyon ilacı şart. Yemek içmek denildiğinde ise güzel ülkemden kat be kat ucuz, ister market olsun ister restaurant.
fuarın açılış saati geldi, benden bu kadar bugünlük.
Sunday, February 13, 2011
Bazen çıkılmaz çukurdan
Dear Evrim,
Önce yorumuna cevap yazıyordum, sonra düşünceler birbirini kovaladı.
Dün yazıyı yazarken gelen telefonla beraber dışarı çıkmam gerekti acilen. yolda bir yandan konuşup bir yandan giderken trafikte bir an oldu ve normalde kolay yapabileceğim bir fren çok zor oldu. Haftalardır lastiklerimi değiştirmem gerektiğini biliyordum, bitmek üzerelerdi ve başıma dert açmaları an meselesi idi.
Hayatım içinde aynı şeyi hissetmiştim uzun zaman önce.
Dün bir anda durdum ve gidip lastiklerimi değiştirdim, ihmal ettiğim rot balans ayarlarını yaptırdım. Ve araba yine benim bildiğim, sevdiğim minik böcüğüm oldu. Yine güvenmeye başladım ona, herhangi bir parçası bakım sinyali verene dek güveneceğim ona, sinyal geldiğinde ise güvenimi kaybetmek yerine gidip gerekenleri yapacağım.
Söz konusu hayat olduğunda ise işler bu kadar kolay değil. sinyalleri ciddiye alıp almamak çok şeyi değiştirmiyor. Mesela kendimi hapsettiğim odacığı yıkmam gerektiğini, yıkmama değeceğini düşündüğümde çok korkarak, korkmak ne kelime titreyerek yerle bir etmiştim odayı. Taze havayı ciğerlerime doldurdum korkarak, gün ışığının gözlerimi kamaştırmasına alışmaya çalıştım, net göremezken ellerimle de olsa etrafımı tanımaya kalktım. Bütün korkularıma rağmen uyum sağladım, hatta bu korunaksız ortamı, risklerini çok sevdim. Çok şey değişti, tansiyonum yükselmez oldu mesela. Başkasına güvenmeyi öğrendim, hiç bir şey yapmamayı, eve para getiren olmamayı, kural koyan olmamayı öğrenmeye çalıştım, adım adım başarmaya bile gittim.
Ama... malum amalar genelde olumsuzluğa giden yoldaki çakıl taşı :)
İnsan ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği şeyler varmış. Gidip kendi lastiklerimi değiştirip, ayar yaptıramıyorum mesela. Zaman geliyor, görüyorsun ki odasız yaşaman mümkün değil. Hatta pencere bırakman bile çok tehlikeli.
İnşaat zamanım sürüyor bir süredir. Yavaş ilerliyor inşaat ya yağmur yağıyor, ya belediye sorun çıkarıyor. diğer inşaatım kadar hızlı ilerleyemiyor çünkü artık artık o kadar genç ve enerji dolu değilim.
Ve 19lar geliyor arkadan... Yaşamam gereken hayatın bir parçası bu.
Nefes almak kadar normal artık.
Çünkü ülke gerçeğinin aksine, ben işini zamanında, doğru ve gerektiği şekilde yapan olmak için savaşıyorum. Ben sözünü tutan, ne olursa olsun, bedeli ne olursa olsun sözünü tutan olmak için çalışıyorum. Çıkan olumsuzlukların, bozulan sağlığın, aşılamaz gözüken engellerin beni durdurmasına müsaade etmiyorum. Artık herkesin normal kabul ettiği 2 sıfatın üzerime asla yakışmadığını düşünüyorum.
İşimi yaparken bahanelerin ardı yerine, savaş alanını seçiyorum.
İnan bana 19, korkaklıktan, kaçmaktan daha tehlikesiz.
Önce yorumuna cevap yazıyordum, sonra düşünceler birbirini kovaladı.
Dün yazıyı yazarken gelen telefonla beraber dışarı çıkmam gerekti acilen. yolda bir yandan konuşup bir yandan giderken trafikte bir an oldu ve normalde kolay yapabileceğim bir fren çok zor oldu. Haftalardır lastiklerimi değiştirmem gerektiğini biliyordum, bitmek üzerelerdi ve başıma dert açmaları an meselesi idi.
Hayatım içinde aynı şeyi hissetmiştim uzun zaman önce.
Dün bir anda durdum ve gidip lastiklerimi değiştirdim, ihmal ettiğim rot balans ayarlarını yaptırdım. Ve araba yine benim bildiğim, sevdiğim minik böcüğüm oldu. Yine güvenmeye başladım ona, herhangi bir parçası bakım sinyali verene dek güveneceğim ona, sinyal geldiğinde ise güvenimi kaybetmek yerine gidip gerekenleri yapacağım.
Söz konusu hayat olduğunda ise işler bu kadar kolay değil. sinyalleri ciddiye alıp almamak çok şeyi değiştirmiyor. Mesela kendimi hapsettiğim odacığı yıkmam gerektiğini, yıkmama değeceğini düşündüğümde çok korkarak, korkmak ne kelime titreyerek yerle bir etmiştim odayı. Taze havayı ciğerlerime doldurdum korkarak, gün ışığının gözlerimi kamaştırmasına alışmaya çalıştım, net göremezken ellerimle de olsa etrafımı tanımaya kalktım. Bütün korkularıma rağmen uyum sağladım, hatta bu korunaksız ortamı, risklerini çok sevdim. Çok şey değişti, tansiyonum yükselmez oldu mesela. Başkasına güvenmeyi öğrendim, hiç bir şey yapmamayı, eve para getiren olmamayı, kural koyan olmamayı öğrenmeye çalıştım, adım adım başarmaya bile gittim.
Ama... malum amalar genelde olumsuzluğa giden yoldaki çakıl taşı :)
İnsan ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği şeyler varmış. Gidip kendi lastiklerimi değiştirip, ayar yaptıramıyorum mesela. Zaman geliyor, görüyorsun ki odasız yaşaman mümkün değil. Hatta pencere bırakman bile çok tehlikeli.
İnşaat zamanım sürüyor bir süredir. Yavaş ilerliyor inşaat ya yağmur yağıyor, ya belediye sorun çıkarıyor. diğer inşaatım kadar hızlı ilerleyemiyor çünkü artık artık o kadar genç ve enerji dolu değilim.
Ve 19lar geliyor arkadan... Yaşamam gereken hayatın bir parçası bu.
Nefes almak kadar normal artık.
Çünkü ülke gerçeğinin aksine, ben işini zamanında, doğru ve gerektiği şekilde yapan olmak için savaşıyorum. Ben sözünü tutan, ne olursa olsun, bedeli ne olursa olsun sözünü tutan olmak için çalışıyorum. Çıkan olumsuzlukların, bozulan sağlığın, aşılamaz gözüken engellerin beni durdurmasına müsaade etmiyorum. Artık herkesin normal kabul ettiği 2 sıfatın üzerime asla yakışmadığını düşünüyorum.
İşimi yaparken bahanelerin ardı yerine, savaş alanını seçiyorum.
İnan bana 19, korkaklıktan, kaçmaktan daha tehlikesiz.
Bazen çıkılmaz çukurdan
Dear Evrim,
Önce yorumuna cevap yazıyordum, sonra düşünceler birbirini kovaladı.
Dün yazıyı yazarken gelen telefonla beraber dışarı çıkmam gerekti acilen. yolda bir yandan konuşup bir yandan giderken trafikte bir an oldu ve normalde kolay yapabileceğim bir fren çok zor oldu. Haftalardır lastiklerimi değiştirmem gerektiğini biliyordum, bitmek üzerelerdi ve başıma dert açmaları an meselesi idi.
Hayatım içinde aynı şeyi hissetmiştim uzun zaman önce.
Dün bir anda durdum ve gidip lastiklerimi değiştirdim, ihmal ettiğim rot balans ayarlarını yaptırdım. Ve araba yine benim bildiğim, sevdiğim minik böcüğüm oldu. Yine güvenmeye başladım ona, herhangi bir parçası bakım sinyali verene dek güveneceğim ona, sinyal geldiğinde ise güvenimi kaybetmek yerine gidip gerekenleri yapacağım.
Söz konusu hayat olduğunda ise işler bu kadar kolay değil. sinyalleri ciddiye alıp almamak çok şeyi değiştirmiyor. Mesela kendimi hapsettiğim odacığı yıkmam gerektiğini, yıkmama değeceğini düşündüğümde çok korkarak, korkmak ne kelime titreyerek yerle bir etmiştim odayı. Taze havayı ciğerlerime doldurdum korkarak, gün ışığının gözlerimi kamaştırmasına alışmaya çalıştım, net göremezken ellerimle de olsa etrafımı tanımaya kalktım. Bütün korkularıma rağmen uyum sağladım, hatta bu korunaksız ortamı, risklerini çok sevdim. Çok şey değişti, tansiyonum yükselmez oldu mesela. Başkasına güvenmeyi öğrendim, hiç bir şey yapmamayı, eve para getiren olmamayı, kural koyan olmamayı öğrenmeye çalıştım, adım adım başarmaya bile gittim.
Ama... malum amalar genelde olumsuzluğa giden yoldaki çakıl taşı :)
İnsan ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği şeyler varmış. Gidip kendi lastiklerimi değiştirip, ayar yaptıramıyorum mesela. Zaman geliyor, görüyorsun ki odasız yaşaman mümkün değil. Hatta pencere bırakman bile çok tehlikeli.
İnşaat zamanım sürüyor bir süredir. Yavaş ilerliyor inşaat ya yağmur yağıyor, ya belediye sorun çıkarıyor. diğer inşaatım kadar hızlı ilerleyemiyor çünkü artık artık o kadar genç ve enerji dolu değilim.
Ve 19lar geliyor arkadan... Yaşamam gereken hayatın bir parçası bu.
Nefes almak kadar normal artık.
Önce yorumuna cevap yazıyordum, sonra düşünceler birbirini kovaladı.
Dün yazıyı yazarken gelen telefonla beraber dışarı çıkmam gerekti acilen. yolda bir yandan konuşup bir yandan giderken trafikte bir an oldu ve normalde kolay yapabileceğim bir fren çok zor oldu. Haftalardır lastiklerimi değiştirmem gerektiğini biliyordum, bitmek üzerelerdi ve başıma dert açmaları an meselesi idi.
Hayatım içinde aynı şeyi hissetmiştim uzun zaman önce.
Dün bir anda durdum ve gidip lastiklerimi değiştirdim, ihmal ettiğim rot balans ayarlarını yaptırdım. Ve araba yine benim bildiğim, sevdiğim minik böcüğüm oldu. Yine güvenmeye başladım ona, herhangi bir parçası bakım sinyali verene dek güveneceğim ona, sinyal geldiğinde ise güvenimi kaybetmek yerine gidip gerekenleri yapacağım.
Söz konusu hayat olduğunda ise işler bu kadar kolay değil. sinyalleri ciddiye alıp almamak çok şeyi değiştirmiyor. Mesela kendimi hapsettiğim odacığı yıkmam gerektiğini, yıkmama değeceğini düşündüğümde çok korkarak, korkmak ne kelime titreyerek yerle bir etmiştim odayı. Taze havayı ciğerlerime doldurdum korkarak, gün ışığının gözlerimi kamaştırmasına alışmaya çalıştım, net göremezken ellerimle de olsa etrafımı tanımaya kalktım. Bütün korkularıma rağmen uyum sağladım, hatta bu korunaksız ortamı, risklerini çok sevdim. Çok şey değişti, tansiyonum yükselmez oldu mesela. Başkasına güvenmeyi öğrendim, hiç bir şey yapmamayı, eve para getiren olmamayı, kural koyan olmamayı öğrenmeye çalıştım, adım adım başarmaya bile gittim.
Ama... malum amalar genelde olumsuzluğa giden yoldaki çakıl taşı :)
İnsan ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği şeyler varmış. Gidip kendi lastiklerimi değiştirip, ayar yaptıramıyorum mesela. Zaman geliyor, görüyorsun ki odasız yaşaman mümkün değil. Hatta pencere bırakman bile çok tehlikeli.
İnşaat zamanım sürüyor bir süredir. Yavaş ilerliyor inşaat ya yağmur yağıyor, ya belediye sorun çıkarıyor. diğer inşaatım kadar hızlı ilerleyemiyor çünkü artık artık o kadar genç ve enerji dolu değilim.
Ve 19lar geliyor arkadan... Yaşamam gereken hayatın bir parçası bu.
Nefes almak kadar normal artık.
Saturday, February 12, 2011
Mola - tansiyon 19 iken iş yapmanın keyfi
Sessizlik ve sakinlik isteği diz boyu
Yalan sanacaksınız belki ama pazartesi sabahı uyandığımdan beri günde 3 saat uyudum, 2 saatim yolda geçti. geri kalanında ise sadece çalıştım. İnsan mecbur kalınca dikkatini ne kadar uzun süre toplarmış ve bölünmezmiş öğrendim.
3 yüklemede çıkan sorunlar bildiğimiz kaos kavramını bambaşka boyutlara taşıdı. an itibarı ile tansiyon 19. Ve daha yeni kapadım bir üretici ile telefonu, bağırmaktan ses tellerim gitti. Beynimde kendi sesim uğulduyor.
Fuar için ne gönderdim, nasıl gönderdim hatırlamıyorum, eksiğim var mı bilmiyorum. Çünkü bir haftadır 2 pezevenk üretici yüzünden mütemadiyen toplantı, mail, telefon, atölye derken durmadım hiç. Daha çıkıp almam gerekenler var, bavul hazırlamalıyım, ne gelse elime dolduramam bu sefer, dikkatli seçmek zorundayım. Bir yandan telefon elde, diğer taraftan dolaptan bavul indirirken ayağıma düşürdüm bavulu, tırnağım mosmor, canım yanıyor.
Biten sigara paketlerini sayamıyorum bile...
Ve telefon yine...
Yalan sanacaksınız belki ama pazartesi sabahı uyandığımdan beri günde 3 saat uyudum, 2 saatim yolda geçti. geri kalanında ise sadece çalıştım. İnsan mecbur kalınca dikkatini ne kadar uzun süre toplarmış ve bölünmezmiş öğrendim.
3 yüklemede çıkan sorunlar bildiğimiz kaos kavramını bambaşka boyutlara taşıdı. an itibarı ile tansiyon 19. Ve daha yeni kapadım bir üretici ile telefonu, bağırmaktan ses tellerim gitti. Beynimde kendi sesim uğulduyor.
Fuar için ne gönderdim, nasıl gönderdim hatırlamıyorum, eksiğim var mı bilmiyorum. Çünkü bir haftadır 2 pezevenk üretici yüzünden mütemadiyen toplantı, mail, telefon, atölye derken durmadım hiç. Daha çıkıp almam gerekenler var, bavul hazırlamalıyım, ne gelse elime dolduramam bu sefer, dikkatli seçmek zorundayım. Bir yandan telefon elde, diğer taraftan dolaptan bavul indirirken ayağıma düşürdüm bavulu, tırnağım mosmor, canım yanıyor.
Biten sigara paketlerini sayamıyorum bile...
Ve telefon yine...
Saturday, February 5, 2011
Que Tal

Efenim dün akşam uruk bey eksiği ile imkansızı başarıp dışarı çıkabildik.
Genelde gazeteden okuyup gaza gelişim pek yoktur mekan seçimlerinde ama tapas konusu ince konu. Pek severim içeyim, mini mini yemelikler gelsin gitsin, lezzet yeridne olsun, servis alırken 2 kelamda edebileyim.
İsteklerimin çoğunu doyuran bir mekan gerçekten.
2 cici hanımın işletmeciliğinde, ve mekandaki woman touch ziyadesi ile belli. Alkol yasakları kapsamında manasız uygulamaları maruz kalıp, fazla tetikte olsalar da haklı olarak, kendi adıma keyifli bir gece yaşadım. Listeden epey bir şey tadıp, 2 sangria, 3 bira, 1 kolaya 78 lira verdik ki, sırf yediklerimizin adedini düşününce helali hoş olsun diyerek ayrıldık mekandan.
Gittiğimiz gecenin şansı mıdır, yoksa özel bir durum mudur bilmem ama kel erkek fetişi olanlar için ideal mekan. Orada olduğumuz sürece her masada minimum 1 kel mevcuttu :)
Sangrialarını özellikle tavsiye etmelerine rağmen çok başarılı bulduğumu söyleyemem. Tabii buna sigarasız içki zorunluluğu, sangiranın benim için sadece yaz içkisi oluşu da etki etmiş olabilir lakin, sangria kulandığınız şarap kadar güzel olacaktır her zaman :)
Bir de acilen bira bardağı edinmeleri lazım, zira meyve suyu bardağında bira lise yıllarında hoş olabilir ama 40 yaş ve üzeri fazlasını arıyor. Sahibelerin bira satışından uzak durmak istemelerini anlıyor, takdir ediyor ve saygı duyuyor olmama karşın, en azından uygun bardak bulunmalı.
Kendi adıma uzun dönem kapanmamasını umduğum bir mekanı buldum, masa azlığını göz önüne alarak gitmeden rezervasyon yaparsanız bizim gibi barda tünemezsiniz. Ben yerimizden sond erece memnundum gerçi, hele ki yanımda uyuklayan hanımefendi kedicik ile girdiğim muhabbet tadımı tavana taşıdı.
Bence gidiniz...Huzurlu, sohbetli geceler, iş çıkışları için ideal gözüktü gözüme
Que Tal
Efenim dün akşam uruk bey eksiği ile imkansızı başarıp dışarı çıkabildik.
Genelde gazeteden okuyup gaza gelişim pek yoktur mekan seçimlerinde ama tapas konusu ince konu. Pek severim içeyim, mini mini yemelikler gelsin gitsin, lezzet yeridne olsun, servis alırken 2 kelamda edebileyim.
İsteklerimin çoğunu doyuran bir mekan gerçekten.
2 cici hanımın işletmeciliğinde, ve mekandaki woman touch ziyadesi ile belli. Alkol yasakları kapsamında manasız uygulamaları maruz kalıp, fazla tetikte olsalar da haklı olarak, kendi adıma keyifli bir gece yaşadım. Listeden epey bir şey tadıp, 2 sangria, 3 bira, 1 kolaya 78 lira verdik ki, sırf yediklerimizin adedini düşününce helali hoş olsun diyerek ayrıldık mekandan.
Gittiğimiz gecenin şansı mıdır, yoksa özel bir durum mudur bilmem ama kel erkek fetişi olanlar için ideal mekan. Orada olduğumuz sürece her masada minimum 1 kel mevcuttu :)
Sangrialarını özellikle tavsiye etmelerine rağmen çok başarılı bulduğumu söyleyemem. Tabii buna sigarasız içki zorunluluğu, sangiranın benim için sadece yaz içkisi oluşu da etki etmiş olabilir lakin, sangria kulandığınız şarap kadar güzel olacaktır her zaman :)
Bir de acilen bira bardağı edinmeleri lazım, zira meyve suyu bardağında bira lise yıllarında hoş olabilir ama 40 yaş ve üzeri fazlasını arıyor. Sahibelerin bira satışından uzak durmak istemelerini anlıyor, takdir ediyor ve saygı duyuyor olmama karşın, en azından uygun bardak bulunmalı.
Genelde gazeteden okuyup gaza gelişim pek yoktur mekan seçimlerinde ama tapas konusu ince konu. Pek severim içeyim, mini mini yemelikler gelsin gitsin, lezzet yeridne olsun, servis alırken 2 kelamda edebileyim.
İsteklerimin çoğunu doyuran bir mekan gerçekten.
2 cici hanımın işletmeciliğinde, ve mekandaki woman touch ziyadesi ile belli. Alkol yasakları kapsamında manasız uygulamaları maruz kalıp, fazla tetikte olsalar da haklı olarak, kendi adıma keyifli bir gece yaşadım. Listeden epey bir şey tadıp, 2 sangria, 3 bira, 1 kolaya 78 lira verdik ki, sırf yediklerimizin adedini düşününce helali hoş olsun diyerek ayrıldık mekandan.
Gittiğimiz gecenin şansı mıdır, yoksa özel bir durum mudur bilmem ama kel erkek fetişi olanlar için ideal mekan. Orada olduğumuz sürece her masada minimum 1 kel mevcuttu :)
Sangrialarını özellikle tavsiye etmelerine rağmen çok başarılı bulduğumu söyleyemem. Tabii buna sigarasız içki zorunluluğu, sangiranın benim için sadece yaz içkisi oluşu da etki etmiş olabilir lakin, sangria kulandığınız şarap kadar güzel olacaktır her zaman :)
Bir de acilen bira bardağı edinmeleri lazım, zira meyve suyu bardağında bira lise yıllarında hoş olabilir ama 40 yaş ve üzeri fazlasını arıyor. Sahibelerin bira satışından uzak durmak istemelerini anlıyor, takdir ediyor ve saygı duyuyor olmama karşın, en azından uygun bardak bulunmalı.
Monday, January 31, 2011
Dedikodu
bildiğiniz kadın dedikodusu yapacağım (bayan dedikodusu değil kadın dedikodusu, peki neden? çünkü dedikodu yapanın cinsiyetini belirtiyorum, Bayan Z'nin ya da Z hanımın dedikodusunu da yapabilirdim, ama burada durum genel)
Blogları okuyorum, bir blogda dağınıklık vs üzerine bir post var, hanımlarda ya allah en dağınık benim yarışında :) Manyakça titizlik nasıl marifet değilse, manyakça dağınıklıkta marifet değil bana göre.
En ilgimi çeken commentler ben tencereleri çalkalamadan koyarım konusundaki bildiğiniz idrar yarışı oldu. Makine var iken neden sudan geçirmek lazımmış.
Akıl fikir versin yukarıdaki hepsine, eh arada biraz okuyup neden çalkalamak gerektiğini öğrenseler fena olmaz sanki.
Yan dairedeki ağlayan bebeğe içim parçalanıyor ama, bir yandan da susturun huleynnn artık çığlıkları atasım var. Garipler yatak odalarına ses gitmesin diye salona getirmişler çocuğu ama bu gece benim salonda yatasım geldiğini ne bilsinler, değil mi efendim? allah sanırım çocuğu kesiyorlar, zira feci bir çığlık yükseldi
Blogları okuyorum, bir blogda dağınıklık vs üzerine bir post var, hanımlarda ya allah en dağınık benim yarışında :) Manyakça titizlik nasıl marifet değilse, manyakça dağınıklıkta marifet değil bana göre.
En ilgimi çeken commentler ben tencereleri çalkalamadan koyarım konusundaki bildiğiniz idrar yarışı oldu. Makine var iken neden sudan geçirmek lazımmış.
Akıl fikir versin yukarıdaki hepsine, eh arada biraz okuyup neden çalkalamak gerektiğini öğrenseler fena olmaz sanki.
Yan dairedeki ağlayan bebeğe içim parçalanıyor ama, bir yandan da susturun huleynnn artık çığlıkları atasım var. Garipler yatak odalarına ses gitmesin diye salona getirmişler çocuğu ama bu gece benim salonda yatasım geldiğini ne bilsinler, değil mi efendim? allah sanırım çocuğu kesiyorlar, zira feci bir çığlık yükseldi
Sunday, January 30, 2011
durup dururken
durup dururken geçti akıldan
yaz gecesi, esmiyor, ya 15 yaşındayım ya 16
Zeki abiler florya'da ki eve yeni taşınmışlar
daha hayatımda üzücü, can sıkıcı, kendimi yenik hissettirici hiçbir şey olmamış
mutlu çocuğum hala
annemlerde gelecekler, birlikte yemek yiyeceğiz
yemekte ne var ne yok, o gece neler olmuştu hatırlamıyorum
aklımda kalan Zeki abi mantarları temizlerken benim peynirleri kestiğim
ve portakal sıktığım
çünkü o gecenin ilk ikramı campari-portakal olacaktı
sonrasında defalarca içsem de, o ilk içtiğim gecenin tadı hep ağzımda
şanslı idim bir çocuk olarak, her şeyi evimde öğrendim; dolayısı ile dışarıda hiç bir şeye şaşırmadım.
bu gece yakışırdı bir kadeh, ama şansa bak portakal yok.
bu aralar hep böyle zaten, her şey var, ama hep bir şey eksik
yaz gecesi, esmiyor, ya 15 yaşındayım ya 16
Zeki abiler florya'da ki eve yeni taşınmışlar
daha hayatımda üzücü, can sıkıcı, kendimi yenik hissettirici hiçbir şey olmamış
mutlu çocuğum hala
annemlerde gelecekler, birlikte yemek yiyeceğiz
yemekte ne var ne yok, o gece neler olmuştu hatırlamıyorum
aklımda kalan Zeki abi mantarları temizlerken benim peynirleri kestiğim
ve portakal sıktığım
çünkü o gecenin ilk ikramı campari-portakal olacaktı
sonrasında defalarca içsem de, o ilk içtiğim gecenin tadı hep ağzımda
şanslı idim bir çocuk olarak, her şeyi evimde öğrendim; dolayısı ile dışarıda hiç bir şeye şaşırmadım.
bu gece yakışırdı bir kadeh, ama şansa bak portakal yok.
bu aralar hep böyle zaten, her şey var, ama hep bir şey eksik
Saturday, January 29, 2011
Mutlu ev balkonundan belli olur
Tüm gün yattığım yerden balkonuma baktım.
Artık ruhsuz, hareketsiz balkonuma.
Yeni taşındığımız günler geldi aklıma, hevesle alınan masalar, çiçekler, balkon için farklı kül tablaları, kurulan sofralar...
Çok büyük balkon değil,en fazla 4 kişi keyif yapılırdı.
Enginar pişirilen bir gün mesela, sonbahardı sanırım, hem sıcak hem serin. Çok gülmüş, çok eğlenmiş, çok konuşmuştuk.
bitti sonra o günler.
Şimdi çıplak bir masa, katlanıp kenara konmuş, haftada bir temizlikte silinen sandalyeler.
Oturduğum yerden gözüken 2 başka balkon. Kış günü bile ne çiçekleri eksik, ne masa örtüleri
soğuğa rağmen arada çıkıyor ev ahalisi o balkona, ya sigara içemeye, ya etrafa bakmaya.
Yaşıyor balkonları.
Dertsiz ev değillerdir, ama mutlu bir evdeler
Balkondan belli...

Yanılsama
pazartesi sabahı 5te başladı ya gün... dün akşam bitti
sanki gün 24 saat değil 120 saat idi
3 firmadan gelen müşteriler, sevkiyatlar, son kontroller, konsomasyonlar...
bizim işte yarısı işinizi yapmak, yarısı bildiğiniz konsomasyon
bu sabah fark ettim ki konuşmaktan ve gülümsemekten çene kaslarım bitmiş
sesim travestiler gibi
gözlerimin altı çökük her gün maksimum 2 saat uyumaktan
yüzümde bir şişlik içilen içkilerden, vücut su toplamış... doğal olarak kilo alınmış
en güzel tarafı ölen müşteri diriltilmiş, problemler çözülmüş...
Şimdi koltukta, yorgan altında yatış, son 1 saattir bira da eşlik ediyor
neden bira? çünkü her şey basit olmalı bugün
2 erkek 1 kadın müşteri geçti bu hafta elimden (evet bayan değil kadın, neden? çünkü cinsiyetini belirtiyorum cümlede, kibarcıklık yapmıyorum)
Gelen kadın İtalya'nın küçük bir kasabasından... hayat dolu cıvıl cıvıl bir kız. Etrafındaki her şeye meraklı, simitten tutun kağıt helvaya kadar. 2 günün yarısı iş idi ise yarısı yemek yemek idi :) her şeyi tatmak istedi... Nasıl mutlu yeni şeyleri denedikçe... Çay demlemeyi ve irmik helvası yapmayı öğrenmişti giderken :)
Salı gecesi onu alana bırakırken, diğer taraftan diğer müşterinin uçağı iniyordu. Şimdiye dek 2 kez görmüştüm sadece ve hep gergin geçen toplantılar olmuştu. yüzüme koydum en büyük gülücüğü, sarılarak karşıladım, önce afalladı, aç mısın derken aldım bunu götürdüm içmeye. Gecenin sonunda annesinin kollarında nasıl öldüğünü anlatıyordu :) Benim kadar cilveden, politiklikten uzak bir kadın nasıl bunları başarıyor şaşırtıcı tabii, işin ucunda iş başarısı olunca gizli kapaklı tüm yetenekler çıkıyor bende demek ortaya :) Ertesi 2 gün araladığım kapıdan içeri iyice girdim içeri, dün öğlen uçağına bindirirken hem benim hamileye (kadın anne oldu çocuk büyüyor, adı hala hamile kaldı. içimden geçen diğer sıfatları saymamdan iyidir herhalde) kızıp başka yere verdiği orderları geri çekip, üstüne bir de yeni bir ürün grubunu daha eklemiştim cebime. İşi olmadığı halde 15inde fuara gelecek, güzel içme arkadaşı olmuşum :)
Onu 2 gibi uçağa bindirip, 2.15 te diğer geleni karşıladım, istikamet Kıraç Köyü. allahtan ilişkimiz oturdu kendisi ile, hem iş hem sohbet yormadan akıp gidiyor. Gece son kontrollerimizi de bitirdikten sonra sabah 6da uçuşu olduğundan ve 3te kalkması gerekeceğinden yemeksiz içkisiz tamamladık geceyi.
Sabah velayeti babada kalan evladın mamasını veremediğimden istikamet koşuyolu idi.
Eve bir girdim ki baba dönmüş seyahatten. Beklemiyordum karşılaşmayı... bir an sanki her şey normaldi, girmem gereken eve girmiştim ve her zaman ki gibi sarılıp öpecektim. salakça uzandımda hatta ama şık bir hareket ile uzatılan yanak ile uyandım rüyadan :) yorgunluktan hep...
bir hoş beş... sonra dönmem gereken eve dönüş. Enteresan şekilde huzurlu ev. Zamanında ki huzursuzluklar o kadar kazınmış ki beynime, hep aynı sahneleri bekliyorum.
Şişmiş ayaklar, akmaya yüz tutmuş makyaj, sigara kokusu sinmiş üst baş... Hemen bir acele duş, ayaklara tuzlu sular, bir pizza, yanına kola... Biraz tv ve koltukta uyuyuş.
Yatağa gitmek bile istemedim, mayıştığım yerde uyumak sadece.
Sabah kedilerin açız lan kalkkkkkk komutları ile 8.30 da uyanış, marketin açılışını beklerken benzin alış, iki kap uyduruk yaş mama ile akşamı etmelerini sağlayış, kahvaltılık bir şeyler alıp, eve geliş.
Bir yandan kahvaltı ederken bir kitaba başlayış ve bitiriş.
Koltuktan kalkabilme ihtimalim sıfır, ayaklarım hala davul...
Bu hafta hareketli, fuar hazırlıkları, yeni yüklemeler, yeni stresler...Az kaldı yahu, 2 hafta, sonra uzaklardayım...
Wednesday, January 26, 2011
Al misketlerini, ver misketlerimi

Ey tüm zamanlar boyunca esen yellerden alınan ilhamların,
Ey yürek üstüne yürek koymaya çekinenlerin,
Ey mezalim ordusunca yönetilen ruhların
ve gördüğü,
ancak bir zaman diliminin anlık nefes alışları olan insanoğlunun
büyük kabusu: Sen…
Kurutulmuş zamanlar bıraktın bana; bir yaşamın günlük misali sayfaları arasında, yere düştükçe saçılan ve saçıldıkça kırılan, parçalanan, toz olan…
Kasıklarıma yediğim tekmelerin acısıyla kıvrandığım, düştüğüm ve kalkamadığım her zaman diliminde; yani gelip kaldıracağını umduğum zamanlarda işte, bir pandik atıp kaçan sen…
Kanıksadığım bir savaşın içinde, kimi zaman fethettiğim bir kaya parçasına sevindirirken, ardımdan dolaşarak, var olan en yüksek zirvemi hep düşman bayrakları ile donatan sen…
Var olduğuna inanılan o ilahi boyutun içinde; milyonlarca sunağın üst üste dizilmesi ile oluşan ve çokça kırmızı, kan kokan bir tahtın tepesinde duran... Elinde milyarlarca uzaktan kumanda aleti, sıkıldıkça değiştirip her birini, kimimizi sağa sola, kimimizi ileri geri yürütürken, pili bitenlerin pilini değiştirmektense fırlatıp atan, bir oyuncağı ile bir ömür boyu oynayamadığından, sıkıldığından, işte hep yeni oyuncaklar isteyen sen…
Hep kendinde olmayanı düşleyen ve oyuncaklarının içine yerleştiren, sonra da senden bir parça olduklarını kulaklarına fısıldayarak kimini ezanların, kimini çanların, kimini öküz seslerinin arasına yollayan; bu garipliği bir mizah anlayışı olarak benimseyen, senden başka kimsenin gülmediğini bilsen bile komik olduğuna inanan sen…
İçine akıl koymayı unuttuğun yüz binlerce beynin; sokak lambaları arasında embesilleşmiş pervaneler gibi uçuşmasına seyirci kalan, “geldikleri yerde çok var nasıl olsa” diye defolu hiçbir üretimini düzeltmeye çalışmayan, kalite belgelerinden bihaber, son kullanma tarihlerini ve raf ömürlerini saçmalıklarla dolu bir ecel kılavuzuna bağlayan, sonra seçtiğin rastgele sayfalardan yaratıcılık dolu sona erdiricilik oyunları oynayan sen…
Ve elinde küresel bir kumbara… Biriktirdiklerini içine attığın, zor günler için sakladığın birikimlerini koruduğun, adına senin ne dediğini bilmediğim ama benim dünya dediğim bu kumbaranın anahtarını kaybetmişken… Bir gün sırf ne kadar biriktiğini merak ettiğin için, çarpıp bir yerlere kıracağını biliyorken… Saçılacağım yer hakkında en ufak bir fikrim yokken… Yani sen benim, birikiminin geleceğine işte bu kadar kayıtsız, bu kadar sorumsuzken ve “Sen doğru olanı yap diye bir emir verdim. Yapmazsan bittin oğlum” şeklinde tehditlerle kumbaranın tepesindeki delikten ara sıra bakıp bakıp kaçıyorken…
Yani aslında sen böyle her daim çocukken... Çocukluğunun tüm düzlüğü, tüm oyunbazlığı ile “Ulan öldüğünde var ya… Öyle bir yere koyacağım ki seni…” diye mızıkçılıklar falan yapan, oyunun tüm kurallarını o an, canının istediği gibi değiştiren, sıkılınca topunu alıp giden sen…
Gelme oğlum bir daha bizim mahalleye… Al misketlerini de… Akşam babama demezsem bak seni…
Loki, Balder'i Öldürünce
Bir bakış açısına göre korku; insanın aslında genlerinde taşımadığı, yaşadıkça ve deneyimledikçe öğrendiği bir olgu... Bir diğer bakış açısına göre ise genlerde miras olarak aktarılan ve ilk fırsatta su yüzüne çıkmaya çalışan şifrelerden biri... Yani biri doğuştan, diğeri değil... Hangisi olursa olsun korku; kişinin yaşamının yörüngesini çizebilecek kadar güçlü, saplantılar yaratacak kadar da inatçı bir duygu...
İnsanda korkunun tarihçesine bakıldığında; ilk çağlara kadar gitmekte pek sakınca görünmüyor. Hatta o çağdaki korku kavramına ayrı bir saygı duyduğumu da belirtmeliyim. Jurassic Park filminde, koltuk kenarlarına tırnak geçirten dinozorlarla bir arada yaşamaya ve hayatta kalmaya, hatta utanmadan bir de avlamaya çalışan bu insanlar; benim günümüz modern çağında edindiğim korku kavramından daha yalın ve daha kesin sonuçlara gebe korkular yaşıyorlardı büyük olasılıkla... Ağaçlarda yaşayan atalarımızın, ağaçtan düşme korkusunun genlerimize kazınmış halini her birimiz yaşamışızdır: Uykunuzdan bir anda, sanki boşluğa düşüyormuşsunuz gibi uyanırsınız aniden. İçinizdeki boşluk duygusunun yanı başında, keskin bir korku da vardır. Etrafınıza bir süre ürkek gözlerle bakarsınız. Yeniden uykuya dalmakta zorlanırsınız. Oysa hep uyuduğunuz odadasınızdır işte.
Bazı doğa olaylarından korkmamayı öğrendikten sonra, kendi kendimize korkacak kavramlar yaratmakta da üstümüze olmadığını kanıtlama yarışına girdiğimiz dönemler başladı, ilk çağlardan sonra... Ateşi bulan insanoğlu, bulduğu şeye tapmaya başladı. Aktif volkanların içine kurbanlar atılmaya başlandı; Ateş Tanrısı kızgınlığını kendi kabilelerine yöneltmesin diye... Doğanın tutarlı kararlılığı devam ettikçe, kimi toplumlar artık ateşten, gök gürültüsünden, şimşekten korkmaz oldular. O zaman da devreye, onların yerini alacak Tanrılar girdi. Çünkü korkusuz olmazdı, bir şeylerden korkmak zorundaydık.
İnanma ihtiyacından doğan ve kimi zaman dehşet, kimi zamansa şehvet yüklü hikayelerle belirli bir sosyal grubun ortak paydasını oluşturan mitolojiler buna en güzel örnekler... Günümüzde hala etkilerini hissettiğimiz mitolojik öyküler, o yıllarda bir kanala girme ihtiyacı duyan korkunun da beslendiği kavramlardan biri oldu. Çok başlı dev köpeklerden, sırf insanlara ateşi verdiği için işkenceye uğrayan tanrılara kadar çok zengin bir yelpazede insanlar; birbirlerinden habersiz binlerce tanrı ile yıllarca korku üstüne korku yaşadılar. Yunan, Roma, İskandinav, Kızılderili, Türk bir çok ulusun mitolojik öyküleri; bu uluslar gün gelip karşılaşana dek kendi içinde tanrılar üretmeye ve yeni korkular salmaya devam etti.
Mitolojinin günümüze yansımalarından biri olan 13 sayısının uğursuzluğu, İskandinav öykülerinden dünyanın her yerine yayılan çarpıcı örneklerden biri... 12 ve 14 gibi gayet masum iki sayının arasında, kendi halinde yaşayan 13'ü uğursuz yapan neydi peki?
İskandinav Güzellik Tanrısı Balder; günün birinde diğer tanrıları brunch eşliğinde sohbet etmeye ve müzik dinlemeye çağırır. Toplam davetli sayısı 12'dir... İskandinav Yalan Tanrısı Loki ise davet edilmez ve çok sinirlenir. Yine de partiye gitmeye karar verir. Parti başladıktan kısa süre sonra arz-ı endam eder fakat kaderin ilginç bir oyunudur ki kendisi o an 13. davetli olmuştur. Parti sırasında "Vay efendim sen beni neden davet etmezsin", "Neden davet edeyim, sen yalancının tekisin ve insanlara yalan söylemeyi öğretiyorsun" gibi mitolojik ve ağdalı cümleler eşliğinde kavga kopar ve Loki, Balder'i öldürür. İskandinav mitolojisinden anlıyoruz ki Balder pek sevilen bir tanrıdır (güzeli kim sevmez!) ve bu yüzden 13. kişi olan davetsiz Loki'nin bu sayısal pozisyonu, o zamandan beri bu sayının uğursuz olmasına neden olur.
Batıl inançların insanlarda yarattığı duygunun adı ne derece korkudur tartışılır tabi... Ama yüzyıllardır nesilden nesile aktarılabilen bu 13 uğursuzluğu o derece güçlüdür ki işte bugün bile hala bilinmektedir. (Eminim hiçbiriniz 13 sayısının uğursuzluğu konusunda "Bu adam neden bahsediyor?" dememişsinizdir.)
Klasik "uğursuz 13" örneği, şaşırtıcı bir hızla çeşitlendirilebilir üstelik. Bakın bakalım tanıdık gelenler var mı?
Köpek uluması, karga ve baykuş ötüşü, gece tırnak kesmek ve ıslık çalmak, iki bayram arasında nikah kıymamak (teknik olarak mümkün değil!), merdiven altından geçmemek, doğum ve ölüm sonralarında "kırklama" törenleri yapmak, yolcu edilenin ardından su dökmek, sabah kara kedi görmek ya da kara kedinin önünüzden geçmesi... Evrensel ve yöresel olarak inanılmaz uzun bir listeden sadece birkaç tanesi...
Acaba diyorum bazen; Yalan Tanrısı Loki, Güzellik Tanrısı Balder'i öldürmeseydi dünya nasıl olurdu? Ya da Güzellik Tanrısı Balder; Yalan Tanrısı Loki'yi öldürseydi benzer bir durumda, 13 sayısı yine uğursuz olur muydu? İşte bu aslında varolmayan gizem bile, azmeden kişiyi korkunun kucağına atmak için yeterli...
İlk çağlardan bu yana edindiğimiz "korku oluşturucu"ların büyük bölümünde, önemli bir ortak nokta olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor: Bilinemezlik... Demek ki bir korkuyu sürekli beslemek istiyorsak, korku kaynağı hakkında çok az gerçeğe ulaşabilir olmamız ön koşul. Kaynağı açıklamaya başladıkça, korkuyu da yenebiliyoruz. Doğa olayları bize bunu gösteriyor. Açıklanamayan mitler yaratıldıkça, korkunun da sürecini uzatmak mümkün olmuş. Şimdilerde sadece öykü olarak okunan bu mitolojik yazılar, zamanında inanılmaz bir mekanizma olarak yaşamış ve canlı tutulmuş.
Açıklayamadığımız olaylardan ya da kavramlardan korkmak, bilinmeyenden korkmak; zaman içinde "yetersizlik" kavramını da beraberinde getirmiş. 21. yüzyılın modern dünyasında yaşayan insanları bugün Loki, Ares, Poseidon gibi mitolojik tanrılarla ya da doğa olayları ile korkutmaya çalıştığınızda, alacağınız onlarca eğlenceli tepki olabilir. Yüksek olasılıkla bundan 200-300 yıl sonra; bugünün insanının korkuları için de aynı durum geçerli olacaktır.
Kısa bir özet çıkarırsak; korkuyu farklı şekillerde tanımlayanlar çıkacaktır, ama anlamaya ya da yenmeye yetersiz kaldığımızdan korkarız. Korkumuzu sevmediğimiz için, bir şekilde onu anlamaya ve yenmeye çalışır, bunu bir gün başarırız. O zaman da yetersiz kalacağımız yeni bir korkunun peşine düşeriz. Bu kısır döngü, korkunun ta kendisidir.
İnsanda korkunun tarihçesine bakıldığında; ilk çağlara kadar gitmekte pek sakınca görünmüyor. Hatta o çağdaki korku kavramına ayrı bir saygı duyduğumu da belirtmeliyim. Jurassic Park filminde, koltuk kenarlarına tırnak geçirten dinozorlarla bir arada yaşamaya ve hayatta kalmaya, hatta utanmadan bir de avlamaya çalışan bu insanlar; benim günümüz modern çağında edindiğim korku kavramından daha yalın ve daha kesin sonuçlara gebe korkular yaşıyorlardı büyük olasılıkla... Ağaçlarda yaşayan atalarımızın, ağaçtan düşme korkusunun genlerimize kazınmış halini her birimiz yaşamışızdır: Uykunuzdan bir anda, sanki boşluğa düşüyormuşsunuz gibi uyanırsınız aniden. İçinizdeki boşluk duygusunun yanı başında, keskin bir korku da vardır. Etrafınıza bir süre ürkek gözlerle bakarsınız. Yeniden uykuya dalmakta zorlanırsınız. Oysa hep uyuduğunuz odadasınızdır işte.
Bazı doğa olaylarından korkmamayı öğrendikten sonra, kendi kendimize korkacak kavramlar yaratmakta da üstümüze olmadığını kanıtlama yarışına girdiğimiz dönemler başladı, ilk çağlardan sonra... Ateşi bulan insanoğlu, bulduğu şeye tapmaya başladı. Aktif volkanların içine kurbanlar atılmaya başlandı; Ateş Tanrısı kızgınlığını kendi kabilelerine yöneltmesin diye... Doğanın tutarlı kararlılığı devam ettikçe, kimi toplumlar artık ateşten, gök gürültüsünden, şimşekten korkmaz oldular. O zaman da devreye, onların yerini alacak Tanrılar girdi. Çünkü korkusuz olmazdı, bir şeylerden korkmak zorundaydık.
İnanma ihtiyacından doğan ve kimi zaman dehşet, kimi zamansa şehvet yüklü hikayelerle belirli bir sosyal grubun ortak paydasını oluşturan mitolojiler buna en güzel örnekler... Günümüzde hala etkilerini hissettiğimiz mitolojik öyküler, o yıllarda bir kanala girme ihtiyacı duyan korkunun da beslendiği kavramlardan biri oldu. Çok başlı dev köpeklerden, sırf insanlara ateşi verdiği için işkenceye uğrayan tanrılara kadar çok zengin bir yelpazede insanlar; birbirlerinden habersiz binlerce tanrı ile yıllarca korku üstüne korku yaşadılar. Yunan, Roma, İskandinav, Kızılderili, Türk bir çok ulusun mitolojik öyküleri; bu uluslar gün gelip karşılaşana dek kendi içinde tanrılar üretmeye ve yeni korkular salmaya devam etti.
Mitolojinin günümüze yansımalarından biri olan 13 sayısının uğursuzluğu, İskandinav öykülerinden dünyanın her yerine yayılan çarpıcı örneklerden biri... 12 ve 14 gibi gayet masum iki sayının arasında, kendi halinde yaşayan 13'ü uğursuz yapan neydi peki?
İskandinav Güzellik Tanrısı Balder; günün birinde diğer tanrıları brunch eşliğinde sohbet etmeye ve müzik dinlemeye çağırır. Toplam davetli sayısı 12'dir... İskandinav Yalan Tanrısı Loki ise davet edilmez ve çok sinirlenir. Yine de partiye gitmeye karar verir. Parti başladıktan kısa süre sonra arz-ı endam eder fakat kaderin ilginç bir oyunudur ki kendisi o an 13. davetli olmuştur. Parti sırasında "Vay efendim sen beni neden davet etmezsin", "Neden davet edeyim, sen yalancının tekisin ve insanlara yalan söylemeyi öğretiyorsun" gibi mitolojik ve ağdalı cümleler eşliğinde kavga kopar ve Loki, Balder'i öldürür. İskandinav mitolojisinden anlıyoruz ki Balder pek sevilen bir tanrıdır (güzeli kim sevmez!) ve bu yüzden 13. kişi olan davetsiz Loki'nin bu sayısal pozisyonu, o zamandan beri bu sayının uğursuz olmasına neden olur.
Batıl inançların insanlarda yarattığı duygunun adı ne derece korkudur tartışılır tabi... Ama yüzyıllardır nesilden nesile aktarılabilen bu 13 uğursuzluğu o derece güçlüdür ki işte bugün bile hala bilinmektedir. (Eminim hiçbiriniz 13 sayısının uğursuzluğu konusunda "Bu adam neden bahsediyor?" dememişsinizdir.)
Klasik "uğursuz 13" örneği, şaşırtıcı bir hızla çeşitlendirilebilir üstelik. Bakın bakalım tanıdık gelenler var mı?
Köpek uluması, karga ve baykuş ötüşü, gece tırnak kesmek ve ıslık çalmak, iki bayram arasında nikah kıymamak (teknik olarak mümkün değil!), merdiven altından geçmemek, doğum ve ölüm sonralarında "kırklama" törenleri yapmak, yolcu edilenin ardından su dökmek, sabah kara kedi görmek ya da kara kedinin önünüzden geçmesi... Evrensel ve yöresel olarak inanılmaz uzun bir listeden sadece birkaç tanesi...
Acaba diyorum bazen; Yalan Tanrısı Loki, Güzellik Tanrısı Balder'i öldürmeseydi dünya nasıl olurdu? Ya da Güzellik Tanrısı Balder; Yalan Tanrısı Loki'yi öldürseydi benzer bir durumda, 13 sayısı yine uğursuz olur muydu? İşte bu aslında varolmayan gizem bile, azmeden kişiyi korkunun kucağına atmak için yeterli...
İlk çağlardan bu yana edindiğimiz "korku oluşturucu"ların büyük bölümünde, önemli bir ortak nokta olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor: Bilinemezlik... Demek ki bir korkuyu sürekli beslemek istiyorsak, korku kaynağı hakkında çok az gerçeğe ulaşabilir olmamız ön koşul. Kaynağı açıklamaya başladıkça, korkuyu da yenebiliyoruz. Doğa olayları bize bunu gösteriyor. Açıklanamayan mitler yaratıldıkça, korkunun da sürecini uzatmak mümkün olmuş. Şimdilerde sadece öykü olarak okunan bu mitolojik yazılar, zamanında inanılmaz bir mekanizma olarak yaşamış ve canlı tutulmuş.
Açıklayamadığımız olaylardan ya da kavramlardan korkmak, bilinmeyenden korkmak; zaman içinde "yetersizlik" kavramını da beraberinde getirmiş. 21. yüzyılın modern dünyasında yaşayan insanları bugün Loki, Ares, Poseidon gibi mitolojik tanrılarla ya da doğa olayları ile korkutmaya çalıştığınızda, alacağınız onlarca eğlenceli tepki olabilir. Yüksek olasılıkla bundan 200-300 yıl sonra; bugünün insanının korkuları için de aynı durum geçerli olacaktır.
Kısa bir özet çıkarırsak; korkuyu farklı şekillerde tanımlayanlar çıkacaktır, ama anlamaya ya da yenmeye yetersiz kaldığımızdan korkarız. Korkumuzu sevmediğimiz için, bir şekilde onu anlamaya ve yenmeye çalışır, bunu bir gün başarırız. O zaman da yetersiz kalacağımız yeni bir korkunun peşine düşeriz. Bu kısır döngü, korkunun ta kendisidir.
Tuesday, January 25, 2011
Yıl 1965...
Bulanıklaşmış görüntüler ve silikleşen, birer fısıltı haline gelen sesler... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker flulaştığını anladığında ne yapmalı insan? Kesintisiz, net ve çıplak biçimde hatırlanabilen son şey sadece bir isimse artık, ne yapmalı?
Gökyüzüne doğru yükselen solgun, gri, dışı da içi de hapis binalarla örülü sokaklar... Bu sokaklardan oluşan caddeler ve işte bu caddelerden örülü bir şehrin tam göbeğindeysen; tüm şehrin bir hapishane olduğu gerçeği ile burun buruna yaşarken günlük havalandırmaları, voltaları; hatta bu koca hapishanede her an bir yaşam kavgasının tam da ortasındaysan eğer...
Bir çırpıda okunan sürükleyici bir romanı, bitirmiş olmanın huzuru ile kitaplığın raflarına kaldırdığında; bunca sevdiğin ve değer verdiğin kitabı yıllarca belki yerinden bir daha almayacak olman garip değil mi? Bunca sevdiğin ve seni sürükleyen, bir solukta tükettiğin bu kitap, belki diğerleri arasında sayfaları en hızlı solacak olan kitapsa, bu nasıl bir değer vermedir? Okudun ve bitirdin! Bu mudur?
Hızla soluklaşan sayfalar, toz tutan sayfa kenarları... Bir kitabı okunmuş kılan ne varsa herbirinin tek tek terkedilmişliğe bulandığını anladığında ne yapmalı insan? Kitabın sırtına gözün değdikçe hatırladığın ve “ben bunu okumuştum, güzeldi” diyerek bir başka kitaba yöneldiğin her an için nasıl bir hesap sorulmalı?
Yıl 1965... Kameranın arkasından bir ses yükselir: Motor!.. Metin Erksan’ın sesi, Sevmek Zamanı adlı filmin siyah beyaz karelerini ardı ardına iliştirmektedir birbirine... Siyah beyaz bir film için fazla renkli bir mesleğe sahiptir Halil... Adada ustası ile boyacılık yapmaktadır. Boya işlerine başladıkları bir köşkün duvarında bir fotoğraf görür Halil ve fotoğraftaki surete aşık olur. Bu aşkı hisseden Meral, kendisine fotoğrafından aşık olan Halil’in aşkına yanıt verir. Halil ise sadece bu surete aşıktır.
Yıl 2010... Siyah beyaz fotoğrafların solması için güzel bir yıl... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker soluklaştığı zamanlar... Fonda karışık ve kalabalık bir Çiçek Pasajı sesi... Siyah beyaz filmlerin, kaytan bıyıkların, briyantinli saçların zamanından gelen bir taş plak... Sazlar bir taksim geçerken, güftenin üzerine binen bir Müşfik Kenter sesi... İnce, uzun ve artık çok eski rakı kadehlerinin birbirine değdiğinde çıkardığı puslu ve geçmişten gelen çınlamalar... Dışarıda soğuk bir istanbul gecesi... Yağmurun altında 1965 model otomobiller... Birçoğu direksiyondan vitesli... Birçoğu henüz daha düşmemiş Bostancı-Taksim dolmuş hattına... Bunun için daha çok zaman var.
Çiçek Pasajı’ndan çıkarken, arkasında hüzünlü bir akordeon sesi bırakan genç ve sarhoş bir adam... Çıkmadan önce mekana son bir bakış ve gecenin, yağmurun insafına bırakış kendini... İstiklal yerine Tarlabaşı Bulvarına sapan ayaklar... Parke taşlarda yankılanan topuk sesleri, bundan 2 yıl sonra kapının önüne gözü yaşlı bir kadın tarafından bırakılacak bir çift ayakkabıya ait... Ölüm, ardında yaşanmışlıklar bıraktığı için olsa gerek, hep birileri için kırılgan olacak.
1965 ile 2010 arasında herhangi bir yıl, herhangi birgünün herhangi bir saatinde, herhangi bir Müşfik Kenter, Çiçek Pasajı’ndan çıkıp yağmura ve solgun kente bıraktığında kendisini; keskin ve çıplak bir şekilde hatırlanan tek şey belki bir suret olacak. Çoğu zaman ismi bile bulanıklaşmış bir suret...
Ve bu kentin binalarının içini ne kadar rengarenk boyasa da boyacılar duvarlardaki aşık olunası fotoğraflar için; kentin suretini çizen dış yüzeyler hep gri, bulanık, flu kalacak... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa; bir kentin suretinde bulanık, yarası alışıldık bir iz olarak solacak...
Gökyüzüne doğru yükselen solgun, gri, dışı da içi de hapis binalarla örülü sokaklar... Bu sokaklardan oluşan caddeler ve işte bu caddelerden örülü bir şehrin tam göbeğindeysen; tüm şehrin bir hapishane olduğu gerçeği ile burun buruna yaşarken günlük havalandırmaları, voltaları; hatta bu koca hapishanede her an bir yaşam kavgasının tam da ortasındaysan eğer...
Bir çırpıda okunan sürükleyici bir romanı, bitirmiş olmanın huzuru ile kitaplığın raflarına kaldırdığında; bunca sevdiğin ve değer verdiğin kitabı yıllarca belki yerinden bir daha almayacak olman garip değil mi? Bunca sevdiğin ve seni sürükleyen, bir solukta tükettiğin bu kitap, belki diğerleri arasında sayfaları en hızlı solacak olan kitapsa, bu nasıl bir değer vermedir? Okudun ve bitirdin! Bu mudur?
Hızla soluklaşan sayfalar, toz tutan sayfa kenarları... Bir kitabı okunmuş kılan ne varsa herbirinin tek tek terkedilmişliğe bulandığını anladığında ne yapmalı insan? Kitabın sırtına gözün değdikçe hatırladığın ve “ben bunu okumuştum, güzeldi” diyerek bir başka kitaba yöneldiğin her an için nasıl bir hesap sorulmalı?
Yıl 1965... Kameranın arkasından bir ses yükselir: Motor!.. Metin Erksan’ın sesi, Sevmek Zamanı adlı filmin siyah beyaz karelerini ardı ardına iliştirmektedir birbirine... Siyah beyaz bir film için fazla renkli bir mesleğe sahiptir Halil... Adada ustası ile boyacılık yapmaktadır. Boya işlerine başladıkları bir köşkün duvarında bir fotoğraf görür Halil ve fotoğraftaki surete aşık olur. Bu aşkı hisseden Meral, kendisine fotoğrafından aşık olan Halil’in aşkına yanıt verir. Halil ise sadece bu surete aşıktır.
Yıl 2010... Siyah beyaz fotoğrafların solması için güzel bir yıl... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa, herbirinin teker teker soluklaştığı zamanlar... Fonda karışık ve kalabalık bir Çiçek Pasajı sesi... Siyah beyaz filmlerin, kaytan bıyıkların, briyantinli saçların zamanından gelen bir taş plak... Sazlar bir taksim geçerken, güftenin üzerine binen bir Müşfik Kenter sesi... İnce, uzun ve artık çok eski rakı kadehlerinin birbirine değdiğinde çıkardığı puslu ve geçmişten gelen çınlamalar... Dışarıda soğuk bir istanbul gecesi... Yağmurun altında 1965 model otomobiller... Birçoğu direksiyondan vitesli... Birçoğu henüz daha düşmemiş Bostancı-Taksim dolmuş hattına... Bunun için daha çok zaman var.
Çiçek Pasajı’ndan çıkarken, arkasında hüzünlü bir akordeon sesi bırakan genç ve sarhoş bir adam... Çıkmadan önce mekana son bir bakış ve gecenin, yağmurun insafına bırakış kendini... İstiklal yerine Tarlabaşı Bulvarına sapan ayaklar... Parke taşlarda yankılanan topuk sesleri, bundan 2 yıl sonra kapının önüne gözü yaşlı bir kadın tarafından bırakılacak bir çift ayakkabıya ait... Ölüm, ardında yaşanmışlıklar bıraktığı için olsa gerek, hep birileri için kırılgan olacak.
1965 ile 2010 arasında herhangi bir yıl, herhangi birgünün herhangi bir saatinde, herhangi bir Müşfik Kenter, Çiçek Pasajı’ndan çıkıp yağmura ve solgun kente bıraktığında kendisini; keskin ve çıplak bir şekilde hatırlanan tek şey belki bir suret olacak. Çoğu zaman ismi bile bulanıklaşmış bir suret...
Ve bu kentin binalarının içini ne kadar rengarenk boyasa da boyacılar duvarlardaki aşık olunası fotoğraflar için; kentin suretini çizen dış yüzeyler hep gri, bulanık, flu kalacak... Bir anıyı yaşanmış kılan ne varsa; bir kentin suretinde bulanık, yarası alışıldık bir iz olarak solacak...
Saturday, January 22, 2011
Ben değildim sanki...

Ben değildim sanki bu evin her bir eşyasını alan
Ben değildim sanki 1998-2008 arası her ay kirasını aidatını elektriğini suyunu ödeyen
Ben değildim sanki buzdolabına giren her yiyeceği alan
Ben değildim sanki başka zevkler için 3 tv özel sistemine para ödeyen
Ben değildim sanki evin her ayrıntısı için kafa yoran, uygulayan, koruyan
Ben değildim demek ki sinema paralarını ödeyen
Ben değildim demek, kazığı gırtlağıma kadar yiyip arabasız kalınca ev arabasız kalmasın diye ne yapıp edip araba bulan
Ben değildim demek bildiklerimi bilmezden gelip, bir şey yokmuş gibi davranan
Ben değildim demek daha bir sürü şey...
Hiç biri ben değildim her halde...
Uyumuşum ben senelerce....
O kadar yokmuşum demek
Benim intikam duygularımdan korkmamak aptallığın en büyüğü
Let the game begin...
günün gülümsemesi versiyon bilmem kaç
Sabah 10...
sinemam geldi
gittim
sadece ayı yogi hemen başlıyor
girdim
çok güldüm
ama en çok güldüğüm, boşanmış babalar veya yüzüğünü çıkarmış babaların yavşama kapasitesi
sağımda bir baba kız, solumda bir baba oğul
avlanmak isteyen hanımlar: buyrunuz cumartesi sabahı çocuk filmlerine
eliniz boş çıkmazsınız :)
Friday, January 21, 2011
günün gülümsemesi
a(d)nanı da al git tayyip!!!!
aminnnnnnnnnnnnnnnnnnnn
gerçi kimle beraber gitse kabulüm...
Thursday, January 20, 2011
Wednesday, January 19, 2011
zorunluluk
Bu konu hakkında o kadar uzun yazasım var ki, meydan larousse'a rakip olurum.
Tuesday, January 18, 2011
soruyorsun ya...
nasılsın diye. bildiğin kötüyüm...
iyi değilim
iyi olamıyorum
çünkü içimde hep bir şey eksik
çünkü kafamda ne olduğunu bilmediğim bin tane soru var
cevap bulamıyorum, bulmamın imkanı olmadığını da biliyorum
kendimi zorla sevdiremeyeceğimi de biliyorum
ben alışmaya çalışıyorum yalnızca
iyi giden tek şey iş
o beni ayakta tutuyor, yoksa bildiğin ölüyüm
ama hep çabalıyorum
hayatta pes etmemek için çabalıyorum
gülmeye, eğlenmeye, ayakta kalmaya çabalıyorum karşıma çıkan her engele rağmen
soruyorsun ya ne yapıyorsun diye
çalışıyorum sadece, keyif yapamıyorum hiç
tv dahi seyredemiyorum
her şey hızlı hızlı
yeni diziler başlıyor, elim telefona gidiyor, sonra durmam gerektiğini hatırlıyorum
bir yemek görüyorum, elim telefona gidiyor, sonra duruyorum
bir şey oluyor, anlatmak istiyorum, elim telefona gidiyor duruyorum
geceleri koltukta uyuyorum mesela, boynum ağrıdığında eskiden tanıdık bir şeyler buluyorum kendimde, elimin telefona gitmesi gerekmiyor
içimden eksilteceğim organlar için cesaret toplamaya çalışıyorum mesela, ama hala bulamadım
nasılsın diyorsun ya
bok gibiyim
yalnızım
kendimi kimsesiz hissediyorum
herkese rağmen, benim için her yapılan güzel şeye rağmen mutsuzum, hep numara yapıyorum
ama gel bile desen bana bir gün, gelmem... o kadar kırgınım, o kadar güvensizim artık sana
dağ yıkılır, sen yıkılmazdın çünkü
bir tek sen beni yarı yolda koymazdın çünkü
bir tek senin için ne duvarım vardı, ne gizlim
tüm silahları ben vermiştim eline seve seve
ne yapıyorsun diyorsun ya
işte böyle sitemler büyütüyorum içimde
ağlıyorum sonra kimse görmeden
özlüyorum
senin olmadığın her yerde anasını satayım eksik, mutsuz, kırgın, öksüzüm
böyleyim işte, 38 yaşındayım
belki bir gün aşık bile olurum
bir gün belki mutlu bile olurum
gözümün içi bile güler bir gün
sadece o günleri geri getiremem... bir daha yaşayamam
obsesif değilim, sana yalvarmıyorum, seni geriye istemiyorum
sadece kontrollü bir şekilde sana kırgınlığımı bitirmeye çalışıyorum, kendim bitmemek için
sanki bir vakit güzel bir şeyler başaracakmışım hissi var içimde
o his beni ayakta tutuyor, çabalarımı devam ettiriyor
böyle darmağın, karışığım işte...
fotoğraflara bakıyorum... dalıyorum, gidiyorum
bir gün ayın sekizlerini saymam belki diye ümit ediyorum
her domatese keşke çöplükten gelse diye bakmayacağım günler de gelecek bir gün mutlaka
böyleyim işte, karışık....
Hepi de bört dey tuu yuuuuu
Açmışsın bir başlık, ofişıl 38 diyerekten... Lakin o kadar kolay kurtulamazsın. Elixir'in doğumgününde bir halt edemedim, bari seninkinde birşeyler çiziktireyim ey "Seden"
Öncelikle teşekkür ederim. "Düzgün" kavramının iki ayaklı, nefes alan, canlı kanıtı olarak hayatıma girdiğin ve bu insan denen garip canlıda hala umut varmış dedirttiğin için :D
Öte yandan bir kere daha teşekkür ederim; lafı dolandırmayan, kısa, net, ne demek istiyorsan öyle diyen yaklaşımlarının tümü için...
Hayata çoğu zaman aynı pencereden baktığımsın. Bazen binanın farklı katlarında olabiliyoruz ama, hep aynı yöne açılan pencereden görüyoruz hayatı... Bu da kendimi yanında sonsuz rahat hissetmemi sağlıyor, ki bunun için de teşekkür ederim.
Sana Elixir için, Elixir'e de senin için teşekkür ederim; hayatıma birbirinizi kattığınız için...
Dost olmanın, karşındakini anlamanın ve ilgi göstermenin, kavramanın; illa vıcık vıcık bir ilişki ile, illa dakika başı konuşmak zorunda kalma ile ne bileyim bir hafta yüzünü görmeyip sesini duymasan sekteye uğrayacak samimiyet çizgileri ile tanımlanmadığını kanıtladığın (kanıtladığınız) için de teşekkür ederim.
Kısacası Seden kişisi; doğduğun için teşekkür ederim :)
Öncelikle teşekkür ederim. "Düzgün" kavramının iki ayaklı, nefes alan, canlı kanıtı olarak hayatıma girdiğin ve bu insan denen garip canlıda hala umut varmış dedirttiğin için :D
Öte yandan bir kere daha teşekkür ederim; lafı dolandırmayan, kısa, net, ne demek istiyorsan öyle diyen yaklaşımlarının tümü için...
Hayata çoğu zaman aynı pencereden baktığımsın. Bazen binanın farklı katlarında olabiliyoruz ama, hep aynı yöne açılan pencereden görüyoruz hayatı... Bu da kendimi yanında sonsuz rahat hissetmemi sağlıyor, ki bunun için de teşekkür ederim.
Sana Elixir için, Elixir'e de senin için teşekkür ederim; hayatıma birbirinizi kattığınız için...
Dost olmanın, karşındakini anlamanın ve ilgi göstermenin, kavramanın; illa vıcık vıcık bir ilişki ile, illa dakika başı konuşmak zorunda kalma ile ne bileyim bir hafta yüzünü görmeyip sesini duymasan sekteye uğrayacak samimiyet çizgileri ile tanımlanmadığını kanıtladığın (kanıtladığınız) için de teşekkür ederim.
Kısacası Seden kişisi; doğduğun için teşekkür ederim :)
Monday, January 17, 2011
aklıma gelmezdi...
aklıma gelmezdi hiç başka bir takım ile gurur duyacağım...
bir gece önce evde konuşurken, hırsımdan ağlıyordum
gidişata dur diyememeye, gün be gün elimizden alınan tüm özgürlüklere
gün be gün değişen çehreye
ses çıkarmaya korkanlara
ama o akşam sevinçten ağladım
her şeye rağmen sesini çıkarmaktan çekinmeyen o topluluğa ağladım...
bunlar gs li olamaz diyen başkana inat, türk onlar diye diye ağladım
kimse mi ses çıkaramıyor derken, bu ülkeden gitme planlarına hız verirken, umut geldi bir parça içime.
Saturday, January 15, 2011
Merak Ediyorum...
diyelim bir futbol takımımız vardı
Adı x idi
x takımını finanse eden y şirketi olsa idi
hükümet bir karar çıkarsa idi ve x takımının adı değişmesi gerekse idi ve y şirketinin ortakları takımı kapatmakla isim değiştirmek arasında gidip gelse idi, sokaklarda kaç kişi vardı?
İsyan ne düzeyde idi?
Efes Pilsen ektiğini biçiyor olabilir, seneelrdir sürdükleri tekelci tavrın bedelini ödüyor olabilir.
En azından kendi adıma oh olsun pezevenge diyemiyorum.
Yasakların tatsızlıklarını az buçuk hatırlayan olarak, aklı ererek yasakların halkları götüreceği yeri bilen olarak bu konuda susmayı, bir şey yapmamayı kendime yediremiyorum.
Şu an katılabileceğim tek bir gösteri var: http://www.akpyeiciyoruz.org/
29 Ocak'ta ben orada olacağım, tek başıma olsam bile gideceğim ve içeceğim.
Aylardır ağzıma pek içki koymamakla beraber gidip inadına içeceğim.
İster özgürlüğümü kaybetmenin şerefine, ister haklarımı korumanın şerefine... hiç fark etmez.
Ben içeceğim o akşam. Var olduğumu saklamayacağım.
dilerim ki başkaları da orada olsun. İçine binbir hile karıştığı şüpheleri olan seçimlerin aksine, hilesiz hurdasız kimler var özgürlüğünü isteyen net göreyim.
İstiyorum ki ömründe ağzına içki koymamış olanlar bile ellerinde meşrubatları ile orada olsunlar. İstiyorum ki bu halkın 60%i aptaldır artık tarih olsun, özgürlüklerimiz sözkonusu olduğunda kafamızda art niyetler olmadan birbirimize sahip çıkabilelim.
Muhtemelen rüya alemindeyim yine.
Olsun... I have a dream...
Friday, January 14, 2011
Parmak kaldırın
cuma akşamı gecenin 9unda çalışmayı, diğer şeylere tercih eden salaklar parmak kaldırsın
Ben, ben, ben
alkış alkış
10 puan 10 puan 10 puan
hey gidi Barış Abi....
Thursday, January 13, 2011
İnsan nasıl daha enerjik olur?
Mesela aşık olursun, için içinden taşar, olursun bir atom karınca
Enerji drinks? ıhhhh sevemedim oldum bittim tatlarını
spor? ooooo yeahhhhhhh ama en erken gidiş cumartesi sabahı. bendim di mi her gün minimum 2 saat yapan. nihahahhahha
güzel bir sevişme? uyyyyy fişşek ederdi
uyku? hadi canım, o baştan tembellik
meyva? hmmmm biri soyup getirse idi
işten çıkıp gidip annemi almam lazım, önümdeki liste daha bitecek 26 kalem işi işaret ediyor.
yapmasam, yarın üzerine gelecek bir 38 daha, aha da kriz
ben de enerji: sıfır
bildiğin bitti, kalmadı, ikea usulü
e madem işi yapamıyorsun, çık git al anneni eve götür? olmaz, ya biraz dinlenince enerji bir iki birim oynarsa?
tuvalete bile gidemiyorum, ayağımda bir ağrı
ama maşallah dil pabuç, post yapacak zaman var
beyinsizim diyorum, elixir inanmıyor...
mantık çık diyor, içim yat koltuğa uyu diyor
ofis sıcak nasılsa
camların filmi gelse, uyuyacağım
açık camla olmaz şimdi
çıkıyorum, karar verdim
Tuesday, January 11, 2011
Azıcık güneş...
Azıcık güneş içimi açar mı?
Ya da yavaşça yerleşmeye başlayan ofis?
cuma akşamları saat 6dan sonra ofiste geleneksel 3 kişilik içişleri başlattık tüm yasaklara inat, var ol patron.
Tekstil zeka seviyesi ve eğitim seviyesi düşük bir sektör evet, ama best ofları yakalamada oda arkadaşım birinç ben ikinç.
bugün patronu önemli bir görüşmeye yolladım, elim yüreğimde sonuç bekliyorum, eğer hallederse en büyük ciroyu açık ara elime geçireceğim.
altı üstü 2 satır yazacaktım şuraya, ama skype'tan saldırı başladı. ben siperime döneyim, çok çalışmam lazım çokkkkkkkk
Saturday, January 8, 2011
Teneşir vakti mi?
aklıma eskiler düşüp düşüp duruyor.
hep bir günler aklımda, yenilerinin oluşamayışı ezik ezik içimde.
mesela, sene 1986-87 olmalı. rumeli caddesinde airport'a giriyoruz, kazakları alıp çıkışımız aklımda.
Sene 1990, burcu ile yeşilköy sahilde yürüyoruz, ehliyet, bay x, okulda olanlar derken dedikodudayız. Hatta o o gün yeşil paltosunu giyiyor, bende o çok sevdiğim, senelerce atmaya kıyamadığım çağla yeşili kabanı yeni almışım. Sene 2003, eminönü ofis, gelen kocaman paralar, üst üste başarılı işler. Sene 1998, İtalya sınırda bir kumarhane, açık büfedeki bir kanepe... Lezzeti geldi biraz evvel ağzıma. Sene 1987, aylardan temmuz. Nice'te bir piyano bar. allahtan görünüş büyük, girebiliyoruz içeri. cin tonik... piyanodaki yaşlı amca zingarella çığırıyor. Sene 2001 saçlarımı kızıl yapmışım, omuzlarımda saçlarım, koyu mavi salonlu evimdeyim. Sene 2006, ofis ümraniye'de, tuvaletteyim ve bir telefon konuşması nefesimi kesiyor...
Bir yaşa kadar düşünmüyor insan, acaba bu son mu idi diye. Ama bugün aklımda, Mart 2010, yağmur altında son öpülüşüm. Dahası yaşanır mı? Bilmem.
Dün mesela, kabus gibi bir gün geçti. Ofis hala pis ve ayakta, çünkü ancak bugün girdi ustalar boya için, pazartesi temizlik-ofisi yerleştirme-2 koleksiyon ihracatı, salı camların temizliği ve camların film kaplanması, perşembe/cuma italyan var, aynı perşembe-cuma annemin ameliyatı. Cuma günü ofisten çıkması gereken dünya kadar numune, tek derdi zaman geçirmek olan kalite kontrolcünün 3 numunemi kontrol etmesinin 1,5 saat alması, benim etmem gereken 50.000 telefon, italya'da bir gün ve sadece cuma günü olması gereken bayramın perşembe-cuma yapılması ve yarım kalan bilgi akışı, dolayısı ile buradan geciken üretimler ve cıyaklayan üreticiler. Beden seti yap diye 50 kere tembih ettiğim adamın tek beden numune gönderişi ve akabinde tatil-matil dinlemeyip çalışan yegane müşterinin hönkürüşleri. 3 günde gelecek paranın sevgili hamilemin katkıları ile yanlış evraklarla yapılması ve yaşanan kriz, müşteri orada malı çekemez, üretici burada param ödemelerim diye cıyaklar. Red edilen malın, son anda kabul edilmesi ile apar topar çıkarılması. Diğer koleksiyonun adamların bir derdi sebebi ile 9 ayrı adrese gönderilecek olması ve 9 ayrı işlem eklenmesi. Saat 4,5ta numune sende diyen üreticinin, kafasına göre işi pazartesiye atması, en problemli müşteriye herifin sözüne güvenerek hocam numune pazartesi sabahı ofisinde don't worry denmesine müteakip değişikliği bildirince kopan fırtına, akabinde bende kopan fırtına, uçarak yenibosnaya gidiş atölyeyi dağıtıp malı alış, ofise dönüş... ve unuttuğum nice diğerleri. sadece dün olanlar.
akşam 7de patronu bira almaya gönderiş, 2 çalışan birpatron ayakları masayı kaldırıp biraları içiş ve günün bitişine seviniş. Patronu bir de kuruyemiş alaydınız ya diye hafiften azarlayış, yarım saatte feci bir dedikodu trafiği. Saat 10da köprüden geçerken kardeşten gelen biz teyze ile il faro'dayız gel çağrısını kabul ediş ve gidip onlarla bir espresso içip, iki dedikodu çevirip, azıcık kahkaha atıp eve dönüş ve bir sigara sonrası 11de yatağa giriş. Kımıldamadan uyuma ve işte bu sabah... Saat 9-11 arası kalite kontrolcü-üretici-patron arası telefon trafiği. Şimdi duruldu ortalık.
Yapmam gereken 1001 iş daha varken ben koltukta bağdaş kurmuş yazmadayım.
İş başına...
Monday, January 3, 2011
Uyanmak
uyanmak dediğin keyifli bir şey olmalı
gözlerini açmana arkadan sarılan bir adam sebep olmalı
dışarı buz, yorganın altı sıcak iken, sımsıcak bir ten hissetmeli insan
boynunun altından bir kol geçmeli
diğer el omzunu okşamalı
işe yetişmenin telaşını yenmeli omuza gelen öpücük
gerinirken daha da iç içe geçmeli
sahi vardı böyle sabahlar değil mi?
Friday, December 31, 2010
Baştan pazarlık...
Bak 2011
gelmene kaldı 2-3 saat
seninle baştan anlaşalım
benden işimi esirgeme, bana yetecek olanı huzur ile kazanayım
çok çalışayım, tuttuğumu koparayım
aşk maşk istemiyorum senden, sadece huzurumu alma benden
başka hastalık verme, olanla baş etmeme yardım et
ailemin, arkadaşlarımın huzuru yerinde olsun
ve sevgili arkadaşlarım, bir daha birini seviyorum deme gafletine düşersem, kafama odunu vurup ya öldürün ya bayıltın
ama bir daha o aptallığa düşmeme izin vermeyin şayet ben kendimi kontrol edemezsem
Yıl
Aslında tam da bu kadar basit ve netim.Yeni yıldan hiç bir beklentim yok.Mis gibi.
Thursday, December 30, 2010
bildiğin 30/12
bu da bitti sayılır
tek sayıları severim
uğurlu gelirler genelde
bakalım ne olacak durum...
çok cenabet bir gündü bugün, sonuna doğru döndü sanki kara bahtım ama... ne bilim...
ecnebi müşterilere hediye aldık bugün
aldık yanlış, bu kadar işin arasında gidip aldım
hacı bekiri ofise taşıdım
vakko'yu zengin ettim
ama bitti şükür
dhl abide teslim aldı
bir iş halloldu
yarın daha üreticileri aramak, yıkayıp, yağlamak lazım
nasıl zul geliyor allahım
sahte gülücükler, boş dilekler... che sara, sara...
yeni-eski değiştirmiyor bir şey ki. yıl vazifesini yapıyor sadece.
anneme gidip yemek stoğumu alacağım şimdi. zavallım, baktı bende ne yemek yapacak vakit, ne saçımı boyatacak vakit, haftalık erzak vermeye başladı yanıma :) 1 kola şişesi çorba alıyorum, 5 paket yıkanmış paketlenmiş salatalık malzeme, bir de zeytinyağlı, 2-3 günü kurtarıyorum.
cumartesi pazar uyuma fantezim patladı yine kıymetli popomda. Ne güzel hayalimdi ama!!!
patron kendine zorla milli piyango ısmarlattı bana. dedim o kadar benim elimin değdiği biletten hayır gelmezzzzzzz. Yanlış düşünüyormuşmuşum, ona pek uğurlu gelmişmişim.... pehhhh patron, ben ancak çalışıp kazanır kazandırırım, beleş bahtım kapalıdır benim. olan benim 16 liraya oldu. bildiğin battı arkadaş.
benim artık meşhur italyan çift her gün tatilden resimler atıyorlar bana, kafalarını kıracağım haberi yok. İntikamım acı oldu, bugün bir iş kitledim ona, tatilden dönünce anasından emdiği süt burnundan gelecek, haberi yok daha. keh keh pazartesi son gülen ben olacağım.
çarşamba akşamı yeşilköy balıkçı hasan'a götürdük gelen italyanı. Öğrendiklerim:
1. hasan eski hasan değil, bokum gibi idi yemekleri
2. bizim çocukçu italyan ancak yarım kadeh rakı içebiliyor
3. patron rakıyı sadece buzlu içiyormuş
4. patron benim yanımda rakı içilmeyeceğini öğrendi
5. yemekten sonra italyandan bir sipariş daha aldım, bende kesin bir bal var
benim "meşhur" hamile doğurmuş. öküzü taşı, çek, sus bir haber vermeye tenezzül etmesin.
Dönüşünde kendisini harika günler bekliyor.
PAzartesi biz bir daha taşınacağız, 2 kişi 1. kattaki daireye taşınıyoruz.
gerçi kendim kaşındım, söylenmemeliyim. Ex-hamile ile aynı katta olmak istemedim, patronum yavrum canımda kırmadı bizi. huzurlu çalışma her şeydir, nihahahahhaah
yazmayı kesip eve gitmek lazım şimdi, pardon önce anne sonra ev.
bir de bu hafta her akşam adama yardım edip, gece 2lere kadar sepet yaptım görümce kardeş ile.
Bu günde max. 3 saat uyku ile koşturmalar patlayacak bir yerde ama bakalım ne zaman.
İlaçları da bıraktım, ohhhhhh sefam olsun.
doktor kudaracak ama halim kalmıyordu arkadaş. vücuda zehir al al nereye kadar.
allah büyük... çıakrız bir düze
neysem ney
gidiyorum ben anama
Tuesday, December 28, 2010
Öğreniyoruz
Şimcuk, bugün ki dersimiz BUTEL (çoğulu butei) nedir?
bir nevi bizim kanka ayarı bir deyiş imiş.
Farkı : yemek-içmek-seks-silah seven arkadaş topluluğu gibi düşünüyoruz
elixir efendi, Uruk efendi siz de benim butei'lerimsiniz muhahahahhaha
Saturday, December 25, 2010
Tanıştırayım :)

Tanıştırayım... Arkadaşın adı Julius. amerikayı çoktan kasıp kavurdu, yunanistan'a kadar da epey bilinir oldu. Uzakdoğu keza yine arkadaşı pek tanıyor. Kim peki julius? Julius Paul Frank markasının yüzü. tüm ürünlerinde boy gösteriyor. Paul Frank 0-16 yaştan, 16-35 yaşa kadar herkese hitap ediyor. Ne yapıyorlar? Her çeşit giyim, çantalar, aksesuarlar, iç çamaşırları vs vs...
Ben de arkadaşların Türkiye'de üretimlerini yaptıran acentalardan birindeyim, benim accountum oldular.
Bakınız ama:
Ve dahi bunun içinde: http://shop.paulfrank.com/Faux_Headphones_OnePiece/pd/np/400/p/4647.html
Olası en keyifli işlerden birini yapıyorum. 24 senedir çocuk çalışmamış firma, benimle gelişimin akabinde çocuğa da giriyor ve benim çocuk sahibi olma şansım yok... Allahım ironi budur işte!!!
biriniz niyetlenin bari de şunları vereceğim birileri olsun...
elixir Bey, siz de benimle birlikte giyersiniz sanırsam bunlardan
Bulma dönemi...
Ne zamandır bulamadığım yorumları bulma dönemim sanırım
Caccini Ave Maria by Slava...
Sabah...2
This is not my life diye bir dizi var. Belki rast gelmişsinizidr.
Adam sabah uyandığında, kafasında bölük pörçük hatıralar vardır, emin olduğu tek şey ise oraya ait olmadığıdır. Dolabındaki bazı gömlekler bile kendisine küçük gelir, sanki hangisi olursa diye bir kaç beden yerleştirilmiştir.
O hisle uyandım bu sabah. Bir sürü parçam havada. Benim ama ben değilim...
Komik...Acıklı... İçeride büyük bir panik hissi... Kalbim deli gibi atıyor...Deli gibi düşünen bir beyin...durmuyor...duramıyor...çıkmam lazım birazdan evden, yapılacak bir sürü iş....
Aynı hava gibi koyu gri içim
Friday, December 24, 2010
Muhasebe...
Adettir, nasıl olsa yapacağız; benim ki çıksın bari aradan...
2010 için "en"ler yılı idi diyebilirim
Her ne kadar uğraşsam da iyi girmeyi/girdirmeyi becerememiştim
Hayatımın "en" güzel doğum gününü yaşadım
Hayatımın "en" güzel kahvaltılarını yaşadım
Hayatımın "en" sevmediğim işini geride bıraktım, "en" sevdiğim işine girdim
38 senenin "en" kötü haberini aldım
38 senenin "en" anlamadığım kararına uyum sağlamaya çalıştım
38 senenin "en" güzel Poyrazköylerine gittim
38 senenin "en" güzel scrabblelarını oynadım
38 senenin "en" güzel evinde yaşadım ve aynı evden taşındım
38 senenin "en" sevildiğimi sandığım/inandığım senesini yaşadım, sonra sudan çıkan balık oldum
38 senenin "en" güzel hayalini kurdum
38 senede hiç tükürdüğümü yalamamıştım, yaladım yuttum bir güzel, "en" dönek oldum
bütün "en"leri bile bile bir daha baştan yaşarmıydın derseniz, tereddütsüz yaşardım, ikinci aydan beri aşağı inen grafiği bile bile yaşardım. tüm cesaretimi toplayıp, belki ilk defa kurabildiğim hayallerin yerle bir olacağını bile bile yine de baştan yaşardım.
Sadece dalından kopan bir çiçeği tekrar elime alabilmek için, sadece bir kez kapıdan öperek göndermek için, sadece bir kez heyecanla bekleyip hoşgeldin diyebilmek için tekrar yaşardım tüm seneyi...
Hayat devam edecek tabii. Bir gün heyecanlanacağım başka şeyler olacak, güleceğim, üzüleceğim, bağıracağım, sevineceğim, ağlayacağım... yaşayacağım...
Herkes gibi...
Se continui così... se mi guardi così eğer böyle devam edersen... eğer bana böyle bakarsan
prima o poi parte un bacio lo sai eninde sonunda bir öpücük gelecek biliyorsun....
e se poi non ci stai, e se poi te ne vai ve eğer sonra kalmazsan ve çekip gidersen
va a finire...che esco di testa bitecek...kafam almıyor
e io non ne ho nessuna voglia lo sai... ve bunu hiç istemediğimi biliyorsun
non parlarmi così, non toccarmi. così benle böyle konuşma, bana böyle dokunma
la tua sana vergogna dov'è? sağduyun nerede?
non ti ho cercata ti ho incontrata, lo sai seni aramadım, sana rastladım biliyorsun
non ti ho chiamata mi hai risposto, lo sai seni çağırmadım, bana cevap verdin biliyorsun
NON TENTARMI DAI HADİ BENİ BAŞTAN ÇIKARMA
MI CONOSCI ORAMAI TANIYORSUN BENİ ZATEN
E SAI ANCHE CHE POI... VE ZATEN BİLİYORSUN...
NON TENTARMI DAI HADİ BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
"che mi sanguina il cuore" "kalbim kanıyor"
e ti giuro "fa male" ve inan bana çok acıtıyor
Se mi baci così.... se mi dici così eğer beni böyle öpeRsen... eğer benimle böyle konuşursan
come al solito diventa magico ancora doğal olarak her şey daha büyülü bir hal alıyor
io distante…..e mai altrove ben uzaktayım... hiç bir yerdeyim...
tu chissà….. chissà dove?!.... sen kimbilir... kimbilir neredesin
è per questo... che mi chiedo perche' işte böyle... kendime neden diye soruyorum
per stare bene solo un'ora con te seninle 1 saat iyi olabilmek için
dovrei star male tutto il resto neden tüm kalan saatler kötü olmalı
del tempo che mi resta senza di te sensiz kaldığım saatler
NON TENTARMI DAI HADİ BENİ BAŞTAN ÇIKARMA
MI CONOSCI ORAMAI TANIYORSUN BENİ ZATEN
E SAI ANCHE CHE POI... VE ZATEN BİLİYORSUN...
NON TENTARMI DAI HADİ BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
"che mi sanguina il cuore" "kalbim kanıyor"
"più ci entri e fai male" "kalbime girdikçe daha çok acıtıyorsun"
IO CHE ADESSO RIVIVO E DESCRIVO IL PASSATO BEN ŞİMDİ GEÇMİŞİ TEKRAR YAŞIYORUM VE TANIMLIYORUM
DICENDO E' FINITA DA UN PO' BİTİŞİNİN ÜZERİNDEN BİRAZ ZAMAN GEÇTİ
IO CHE scrivo SUI MURI DEL tempo ALTRI NOMI ZAMANIN DUVARLARI ÜZERİNE BAŞKA İSİMLER YAZIYORUM
CHE FANNO GIA' PARTE DI ME Kİ BUNLAR ZATEN BENİM BİR PARÇAM OLMUŞLARDI
NON TENTARMI...dai.. HADİİİİ.... BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
prima o poi parte un bacio lo sai eninde sonunda bir öpücük gelecek biliyorsun....
e se poi non ci stai, e se poi te ne vai ve eğer sonra kalmazsan ve çekip gidersen
va a finire...che esco di testa bitecek...kafam almıyor
e io non ne ho nessuna voglia lo sai... ve bunu hiç istemediğimi biliyorsun
non parlarmi così, non toccarmi. così benle böyle konuşma, bana böyle dokunma
la tua sana vergogna dov'è? sağduyun nerede?
non ti ho cercata ti ho incontrata, lo sai seni aramadım, sana rastladım biliyorsun
non ti ho chiamata mi hai risposto, lo sai seni çağırmadım, bana cevap verdin biliyorsun
NON TENTARMI DAI HADİ BENİ BAŞTAN ÇIKARMA
MI CONOSCI ORAMAI TANIYORSUN BENİ ZATEN
E SAI ANCHE CHE POI... VE ZATEN BİLİYORSUN...
NON TENTARMI DAI HADİ BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
"che mi sanguina il cuore" "kalbim kanıyor"
e ti giuro "fa male" ve inan bana çok acıtıyor
Se mi baci così.... se mi dici così eğer beni böyle öpeRsen... eğer benimle böyle konuşursan
come al solito diventa magico ancora doğal olarak her şey daha büyülü bir hal alıyor
io distante…..e mai altrove ben uzaktayım... hiç bir yerdeyim...
tu chissà….. chissà dove?!.... sen kimbilir... kimbilir neredesin
è per questo... che mi chiedo perche' işte böyle... kendime neden diye soruyorum
per stare bene solo un'ora con te seninle 1 saat iyi olabilmek için
dovrei star male tutto il resto neden tüm kalan saatler kötü olmalı
del tempo che mi resta senza di te sensiz kaldığım saatler
NON TENTARMI DAI HADİ BENİ BAŞTAN ÇIKARMA
MI CONOSCI ORAMAI TANIYORSUN BENİ ZATEN
E SAI ANCHE CHE POI... VE ZATEN BİLİYORSUN...
NON TENTARMI DAI HADİ BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
"che mi sanguina il cuore" "kalbim kanıyor"
"più ci entri e fai male" "kalbime girdikçe daha çok acıtıyorsun"
IO CHE ADESSO RIVIVO E DESCRIVO IL PASSATO BEN ŞİMDİ GEÇMİŞİ TEKRAR YAŞIYORUM VE TANIMLIYORUM
DICENDO E' FINITA DA UN PO' BİTİŞİNİN ÜZERİNDEN BİRAZ ZAMAN GEÇTİ
IO CHE scrivo SUI MURI DEL tempo ALTRI NOMI ZAMANIN DUVARLARI ÜZERİNE BAŞKA İSİMLER YAZIYORUM
CHE FANNO GIA' PARTE DI ME Kİ BUNLAR ZATEN BENİM BİR PARÇAM OLMUŞLARDI
NON TENTARMI...dai.. HADİİİİ.... BAŞTAN ÇIKARMA BENİ
Thursday, December 23, 2010
Vay be...
vay be arkadaşlar...
kaç sene olmuş?
tam 18
18 sene sonra,buluş... hiç bir şey değişmesin
kaldığın yerden devam et konuşmaya
14-18 şubat'ta seni görebilmek için işini gücünü ayarlayıp o da milano'ya gelsin padova'dan kalkıp
öyle çok sarılma, öpüşme insanı değilimdir ama kokusunu çeke çeke içime öpeceğim
Hande-Banu-Ben-Şebnem...
4lü gruptuk
onlar 3ü yakın otururdu, ben ancak haftasonu katılırdım gezmelere küçükken
Hande'yi göreceğim yeniden
16lı yaşlarda kız çocuğu sahibi Hande'yi göreceğim...
Vay be... kıpır kıpır içim...
biz orta 1 de iken, lise sonda gino diye bir cocuk vardı.
o sıralarda da cino diye birgofret çıkmıştı
nefret ederdim o gofretten, ama alırdım
onlar yerdi, ben kitap kabı yapardım ambalajlarından :)
nişantaşı kızı idik biz o yıllar...
vay be... ne çok zaman geçmiş
nerede ise senelerdir doğru dürüst nişantaşına bile gitmedim ben
yokluktan değil tabii, acındırmış gibi olmayayım :)
Onlarsız keyif alamayaşımdan belki
Belki de son büründüğü hali sevemeyeşimden
Amannnnnnnnn
Arkadaşımı göreceğim ben beeeeeeeeeeeeee
Wednesday, December 22, 2010
aklımda sofralar var...
aklımda sofralar var, kalabalık ama kuru değil o kalabalık
yenecek, içilecek, gülünecek
hatta bir de sevgili olacak yanında
arada kafanı yaslayacaksın
arada bacağını okşayacaksın usulca
dostun arada gelip sarılacak
sofrada çok şey olmasın
mutlaka bir roka salatası, sert yağlı beyaz peynir, mutlaka taze fasulye, biraz kalamar ızgara, biraz tereyağ, kızarmış ekmekler, mısır ekmeği de olsun hatta, köz patlıcan sarımsağı yoğurdu bol, bir de börülce
hiç azalmasın ama bunlar
sonra ızgara balıklar gelsin, yanına mutlaka spumante eşlik etsin ki bizler çakır keyif olalım, pek tatlı olalım
hiç derdimiz olmasın o gün
deniz kıyısında dışarıda olalım
güneş tatlı vursun
hani yazın saat 5,5-6 gibi bir tatlı hal olur ya
o hali istiyorum
arada eğilip sevgilinin kulağına usulca, eve gidince yapmak istediğini fısıldayıp çapkınca bakacaksın
lafta kalmayacak ama söylenenler, eve gidince gerçekten yapacaksın
hatta arada tuvalete kaçıp, bir ağaç arkasında öpüşeceksin sevgilinle
yerinize döndüğünüzde, yanakların kızarmış, saçın hafif dağılmış olacak
sarhoşluk arttıkça, adamının gözünde kaybolacaksın, dalıp gideceksin gözlerine
sufleler yenip kahveler içilirken kalbin gencecik bir kızmışsın gibi atacak
eve gitmeyi özlemiş olacaksın
sarılıp öpeceksin arkadaşlarını teker teker
arabayı çalıştırmadan bir kez daha öpeceksin sevdiğin adamı, sanki kaçamakmış gibi, sanki bir daha öpemeyecekmişsin gibi
yolda konuşmayacaksın
fonda vasco mu çalar, gençliğinizde bir şeyler mi, suyun öteki yakasından stavros mu bilemem
ah bu çalacak işte... bu sefer buldum http://fizy.com/#s/1go8qx
döne döne çalsın hatta
asansörde başlayacaksın öpüşmeye, ama şehvetle değil... dokunmaya kıyamazcasına
midemde kelebekler uçuşuyor klişesini doyasıya yaşayacaksın
asansör çoktan sizin kata gelmiş, ışığı sönmüş olacak ama sen oradan kıpırdayamayacaksın
başka sevişeceksiniz o akşam
biagio'nun dediği gibi "Voglio fare con te l'amore vero quello che non abbiamo fatto mai, quello dove alla fine si piange si leccano le lacrime " mutluluktan ağlayıp birbirinizin gözyaşını kurttuğunuz sevişme...
Hayal işte...
Tüm hak etmezliğime, tüm olanaksızlıklara, tüm gerçek dışılığa ve hatta tüm hayvani karakterime rağmen istiyorum bende be yahu...
Batıl olayım azıcık bu sefer...
Her dileğin bir kabul anı olurmuş, belki bu sefer benim saatim gelmiştir
Bereketli olsun
Kendi aldığım ilk siparişi yükledim bugün...
el salladım arkalarından
notu olsun buralarda...
bir gün ne zamandı diye takılırsa aklıma...
Tuesday, December 21, 2010
Hay a.k. denen anlar-1
Adice bir yerden şarkı duyulunca....
Gün ağarınca
Boynum bükülür
Dalarım uzaklara
Gönlüm sıkılır
Sorma ne haldeyim
Sorma kederdeyim
Sorma yangınlardayım
Zaman zaman
Sorma utanırım
Sorma söyleyemem
Sorma nöbetlerdeyim
Başım duman
Ah bu yangın beni öldürüyor
Yavaş yavaş
Kor kor ateşler yanıyor içimde
Aşkı beni kül ediyor…
Yeni adetler...
Yeni yeni adetler çıkarıyorum
11.30 gibi yatağa girip, 2 de uyanmak, 3e kadar uyuyamamak ve sonra zor kalkmak gibi...
Sabahları zorla da olsa bir sandviç yemek gibi
Kahvemi içerken hiç bir şey yapmamak, hatta sigara bile içmemek gibi
Sessizliği bozmak için kendimi zorlamak gibi
Akşam korka korka da olsa bir adım attım mesela
Darısı yeni adımların başına
Monday, December 20, 2010
ikili delillik
Vay be ..budur..bu değildir...budur..bu değildir hahaha şahane...
Sunday, December 19, 2010
İnsan yaşadıkça öğreniyor
İnsan yaşadıkça öğreniyor, yaşadıkça şaşırıyor.
Kolay kolay bir şeylere şaşırmayacağınızı düşündüğünüz anda öyle şeyler geliyor ki önünüze, bir müddet geçmiş bilgiler inanmanızı zorlasa da, bir bakıyorsunuz hayat gerçekten sürprizlerle dolu.
Kendimi yorma çabalarım o kadar iyi sonuç vermiş ki bugün yerimden milim kıpırdayacak halim yok. bu kadar işin arasında bir de taşınıyoruz. Aslında tam taşınma da değil, iş yerimde 2 katta ofisimiz var. Benim bulunduğum 4. kat ve sekizinci kat. binamızın asansörünün sık sık bozulması sonucu taşınmaya karar vermiştik. Lakin 20 senedir aynı binada çalışan patronum için kolay bir değişiklik değildi bu karar. Tesadüf sonucu binanın ilk katında bir daire boşalınca, hadi dedik orayı tutalım, orası showroom ve patronun odası olsun, 4. katta biz çalışanlar olalım, birimler birleşsin.
altı üstü azıcık değişiklik ama, yer yerinden oynuyor. Yeni yerleşme düzeni için her şey yer değiştiriyor. dün yaptığım açtığım taşıdığım koli sayısını unutmuşken, arada bir de bu hafta çıkacak koleksiyon sevkıyatlarını eklerseniz yer gök paket, yer gök atılacaklar verilecekler... Karmaşa hakim, bir de çalışan ustaları düşünün, eh şu da olsun bu da olsun derken eklenen boyacılar, pimapenciler...
Arada annemin netbook istemesi, kullanımını öğretmenin bana düşmesi, evdeki adamın yılbaşı stresi, kardeşin dertleri derken pil bitmiş.
Aynı kardeşin cuma akşamı 11e çeyrek kala hiç bir yere gitmiyorsun, delireceksin yine diyerek zorla kolumdan tutup sinemaya sürüklemesi ise tek eğlenceli aktivite olarak tarihte yerini aldı.
Neden şaşırdığımı anlatacakken amma da uzattım lafı...
Hani o 2000 li kmlerden beni güldüren, gönlümü alan arkadaşım var ya... İş için skype üzerinden tüm gün bir şekilde iletişim halindeyiz, iş miş derken arada laflıyoruz da. İş için gidip gelen paketlerin arasına ben ona pek sevdiği lokumlardan gönderiyorum, o bana bresaolalar gönderiyor, iki ülke arası yiyecek trafiğimiz had safhada :) 2 tane çocuğu var, biri 18 aylık fıstık gibi bir kız, diğeri 5 yaşında fırlamanın allahı bir oğlan. Ben onlara yeni yaptırdığımız çocuk eşyalarından gönderiyorum, o bana dünya güzeli polarlar. birbirimize rüşvet vere vere ülkeler arası ticareti arttırdık :) İtalya'da Verona'nın küçük bir kasabasında yaşıyor. Hani meşhur romeo ve juliet'in veronası. topraklara sinmiş o aşk hali hala etkili, bir şekilde işlemiş kanlarına. Karısı ile ortaokulda tanışmış, ilk sevgilisi. İlk ve son aşkı... Evlenmişler, dediğim gibi 2 de çocukları var. görüp görülebilecek en tipik italyan ailelerden biri. Kardeşler, arkadaşlar derken hep büyük bir aile gibi yaşıyorlar. filmlerdeki o büyük sofralar, bıcır bıcır konuşmalar günlük hayatları. Ve bu 2 insan birbirilerinden başka kimseyi öpmemiş, kimseyi arzulamamış, her şeyi birbirleri için yapmışlar. Bu hafta karısını da kattık sohbetlerimize.
İçimi ne kadar ısıttıklarını, bana ne kadar ümit verdiklerini anlatmam mümkün değil. bir yerlerde iyi ve temiz bir şeylerin hala olduğunu, gerçekten olduğunu bilmek yaşadığımız koşulların çirkinliğini yüzüme vursa da, mümkün diyebilmek çok huzur verici. Belki benim hayatımda olmayacak bu güzel şeyler, ama dünya komple kötü değil, dünyada her şey çirkin değil.
eğer bir aksilik olmaz ise Mart 2011'de evlerinde konuk olacağım. Karısından söz aldım, bana geleneksel hali ile polenta yapmayı öğretecek.
Çalışmak her zaman kurtarmıştır beni, yine kurtarıyor. Önce düşünmemi engelledi, acı ile baş etmemi sağladı. Şimdi dünyanın kötü olmadığına ikna etti, sonrası sürpriz.
sizlerden birinin hayatın güzelliğini anlatması bir kulağımdan girip diğerinden çıkardı muhtemelen, ikna çabası diyebilirdim. ama onlar hiç bir şey bilmeden sadece varlıkları ile ikna ettiler beni. Keşke noel için davetlerine icabet edebilse idim, 5 arkadaş 2 aydır provalar yapıyorlar, bir barda konser verecekler :) Grubun adı da JINGLE BOYS :) Artık çekilecek videolarla idare edeceğim...
Friday, December 17, 2010
Bir sigara içimlik...
Bir sigara içimlik ara verdim güne
sonra vazcaydım
neyime dinlenmek
Thursday, December 16, 2010
Yaşlanırken tilt olduğum durumlar serisi-2
seriyi alır devam ettiririm...
zira uyuzum...
üstüne bir de hırsız çıktım...
Sabahları virgin ve gevezeye alıştım arkadaş
çünkü bana paşa paşa şunu çalıyor düzenli:
ilk zamanlar diğer kanallarda yoktu
temiz bir insan olduğum için indirip cd ye de çekmedim
paşa paşa düzenli dinleyici olduydum
Koray karakterini de pek sevince alışkanlıklarım listesine girdi
Sabah bindir arabaya, açtım radyoya
bant yayın...
bildiğiniz sinirlendim arkadaş
aha da kendilerine diyorum buradan:
Hey baby – you can be my girl I can be your man
And we can pump this jam however you want
And we can pump this jam however you want
böyle yüzeysel bir karakterim
itirazı olan??? talk to the manager gayet nigger bir attitude ile söylendi hemde!!!
politically correct olamayacağım, zo zorry
Kapı duvar...
simdi elixir'in mailini okudum
bir de Evrim'in...
Uruk mail atmamış ama tahminim o da nerde be yaw diyordur :P
Dillendiremediğimi yazayım da bari, bitsin işkence.
duyduğumdan beri yerde gökte değilim, gerçi bir elim hep telefonda biriniz ile bile olsa konuşabilsem ferahlayacaktım sanki. ama söylersem gerçek olacaktı.
Arayabileceğim saatler uygunsuzun paşa babası idi, o da engelledi beni.
günlük uyku saatim 3 dediğimde anlarsınız zaten halimi.
Neyse, çok dolandırmanın manası yok, zaten geçtim yarı yarıya kabule.
Çocuk sahibi olmaya yönelik tüm hayalleri rafa kaldırdım, yeniden inebilecek şekilde değil... bu yüzden rafa kaldırmak doğru kelime seçimi değil, belediye atık arıtma tesisine gönderdim.
Doktordan alınan tavsiye bir an önce tüm ilgili organları da temizletmek ve binde birde olsa risk almamak. Organlardan vazgeçmeye tam hazır değilim, onu öteledim bir müddet. Önce hazmetmem gerekli.
Yazmayı becerdiğime göre 3 hafta içinde, bir kaç haftaya konuşabilir hale de gelirim.
biliyorum özellikle elixir bey nefret ediyor bu halimden ama aklı başta tutmak için tek çarem...
sizler de bir şey demeyin bana bu konu ile ilgili, hani farz edin ki yorumlar kapalı.
İyi haber de sıkıştırayım araya, oturduğum yerden resmen iş sıçınca :) patron dün milano'da ki büyük fuarlardan birinden stand aldı. Şubat'ta oradayım 4-5 gün. Siparişleriniz olacak ise hazırlayın listenizi :)
Benim yerime, hatta herkesin yerine Biagio konuşsun...
Sözlerini de şettiriyim, artık google translate filan halleşin anlamak isterseniz
Cosa fai, scappi già
dammi il tempo di un caffè
non ce n'è, non ce n'è
sei bell'anima per me
hai qualcosa di me
ho qualcosa che io ho di te
Che paura mi fai
buongiorno bell'anima, caffè
Voglio fare con te
l'amore vero quello che
che non abbiamo fatto mai
quello dove alla fine si piange
si leccano le lacrime
quello che adesso so
di poter fare solo con te
quello che ora posso dare
solo e soltanto solo a te
buongiorno bell'anima,buongiorno bell'anima
Tra me e te, fantasia
giochi aperti e grandi idee
che cos'è? dillo tu
cosa siamo insieme noi.
Siamo tutto e di più
se hai bisogno divento dottore
e l'attore che è in me
saprò farti non abituare
buongiorno bell'anima, caffè
Voglio star con te
ma questi fantasmi ancora in noi
sono più vecchi di ogni età
e hanno poca fantasia
ingabbiano senza logica
e tu mia piccola virtù
tocchi il più alto punto in me
tanto che non torni più
tanto che resterai quassù
buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima
Voglio fare con te
l'amore vero quello che
che non abbiamo fatto mai
quello dove alla fine si piange
si leccano le lacrime
quello che adesso so
di poter fare solo con te
quello che ora posso dare
solo e soltanto solo a te
buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima
dammi il tempo di un caffè
non ce n'è, non ce n'è
sei bell'anima per me
hai qualcosa di me
ho qualcosa che io ho di te
Che paura mi fai
buongiorno bell'anima, caffè
Voglio fare con te
l'amore vero quello che
che non abbiamo fatto mai
quello dove alla fine si piange
si leccano le lacrime
quello che adesso so
di poter fare solo con te
quello che ora posso dare
solo e soltanto solo a te
buongiorno bell'anima,buongiorno bell'anima
Tra me e te, fantasia
giochi aperti e grandi idee
che cos'è? dillo tu
cosa siamo insieme noi.
Siamo tutto e di più
se hai bisogno divento dottore
e l'attore che è in me
saprò farti non abituare
buongiorno bell'anima, caffè
Voglio star con te
ma questi fantasmi ancora in noi
sono più vecchi di ogni età
e hanno poca fantasia
ingabbiano senza logica
e tu mia piccola virtù
tocchi il più alto punto in me
tanto che non torni più
tanto che resterai quassù
buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima
Voglio fare con te
l'amore vero quello che
che non abbiamo fatto mai
quello dove alla fine si piange
si leccano le lacrime
quello che adesso so
di poter fare solo con te
quello che ora posso dare
solo e soltanto solo a te
buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima buongiorno bell'anima
Monday, December 13, 2010
Yemeksepeti vs Referandum Sonuçları
YemekSepeti'ne giren iller ve Referandum Sonuçları..Aslında ne kadar şeyi gösteriyor da farkında mıyız acaba ?
Subscribe to:
Posts (Atom)