
Bir gün,bir ay,bir yıl, yada ne vakitte olursa olsun,toplandık,toplaştık, geldik, gittik, yazdık,yazdırdık,baktık, yedik,yedik,yedik,şiştik,kocaman olduk, düşündük,geldik,yazdık,gittik,geldik,gittik...
Thursday, October 15, 2009
Wednesday, October 14, 2009
Dedim... Dedi... / 2
Dedim yüzün necedir? Söylediğini anlamaktan acizim.
Dedi yüzüm bencedir. Anlamak için ilişmek gerek.
Dedim halin necedir? Durduğunda, yerini gösteren tabelalar okunmuyor?
Dedi halim sencedir. Okumayı dayattıkları gibi değil, yüreğinle okuman gerek.
Dedim yaşam yeşermiyor dayatılan yerlerimde, gözüm seçmiyor yazılanları…
Dedin gününe başlama biçimin yanlış. Abanmadan soracağın zamanlar gerek.
Dedim alçakça dillendirilen her şeye bir tutam giydiresim var.
Küf olmuş zamanlardan kalan miras kokutuyor yerlerimi.
Kana bulanmış gözümü aralasam ne olur?
Kırmızı bir flulukta geçiyor bu zorba ömür…
Dedi direneceksin. Kim geldi ise yamacına, bir sebepten geldi.
Yüklendiğini sandığın her şey, sandığın içinde saklı şimdi.
O yüzden küf kokmaların, ömrüne yeni gelenlere…
Kan dolarsa da dolsun. Açacaksın gözlerini…
Dedim yüreğim seğirmiyor artık. Seğirtecekler de yorgun.
Dedi o senin yorgunluğun. Ulaşasın varsa, illa bir mola zamanı bulursun.
Dedim sen necesin? Anlıyorum dilini, ama konuşamıyorum.
Dedi önce olman gerek. Oldurduğun yerlerini törpülemen gerek.
Dedim nereye kadar bu törpü? Olan yerler yitmesin?
Dedi bırak yitsin her biri…
Senin olmak dediğin, yitmekten geçen sınavın…
Yitirdikçe bulmadın mı sana dairlerini?
Gün ola, devran döne… Çitile artık geçmişini…
Dedi yüzüm bencedir. Anlamak için ilişmek gerek.
Dedim halin necedir? Durduğunda, yerini gösteren tabelalar okunmuyor?
Dedi halim sencedir. Okumayı dayattıkları gibi değil, yüreğinle okuman gerek.
Dedim yaşam yeşermiyor dayatılan yerlerimde, gözüm seçmiyor yazılanları…
Dedin gününe başlama biçimin yanlış. Abanmadan soracağın zamanlar gerek.
Dedim alçakça dillendirilen her şeye bir tutam giydiresim var.
Küf olmuş zamanlardan kalan miras kokutuyor yerlerimi.
Kana bulanmış gözümü aralasam ne olur?
Kırmızı bir flulukta geçiyor bu zorba ömür…
Dedi direneceksin. Kim geldi ise yamacına, bir sebepten geldi.
Yüklendiğini sandığın her şey, sandığın içinde saklı şimdi.
O yüzden küf kokmaların, ömrüne yeni gelenlere…
Kan dolarsa da dolsun. Açacaksın gözlerini…
Dedim yüreğim seğirmiyor artık. Seğirtecekler de yorgun.
Dedi o senin yorgunluğun. Ulaşasın varsa, illa bir mola zamanı bulursun.
Dedim sen necesin? Anlıyorum dilini, ama konuşamıyorum.
Dedi önce olman gerek. Oldurduğun yerlerini törpülemen gerek.
Dedim nereye kadar bu törpü? Olan yerler yitmesin?
Dedi bırak yitsin her biri…
Senin olmak dediğin, yitmekten geçen sınavın…
Yitirdikçe bulmadın mı sana dairlerini?
Gün ola, devran döne… Çitile artık geçmişini…
Ya kabussam?
Yanlış yere konulmuş iki noktayı birleştirsem, bir doğru elde eder miyim? Ya da yüksekliğini bilmediğim bir binanın tepesinden atlasam, ne kadar uzağa düşeceğimi nasıl hesaplarım? Bir dik üçgenin iç açıları, hep burnumun dikine gidersem birbirine eşitlenir mi? İçimdeki havuzu kaç saatte doldurur peki bu insafsız musluklar?
Tıpayı çekesim var. Böyle hepsi aksın, gitsin istiyorum. Ama paslanmış, kireçlenmiş üstüne bir de… Sanki bütünleşmiş yuvası ile meret tıpa. Çıkmıyor. Muslukların kapanmıyor olması da cabası…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş; yaratıcı diye neye inanıyorsa ondan… Ateistler nasıl diler acaba? Nasıl umar? Nasıl yakarır? Şu din denen zımbırtıya hiç inanmadım. Ama bir şey “olsun” isteyince gidip bir şeye dilekleniyorsun işte… Dileklenmeyen var mıdır?
Kanım aksın istiyorum zaman zaman… Böyle oluk oluk… Sanki hiç durmayacakmış gibi… İçim temizlenene dek… Sonra bir sıvı dolsun kan yerine. Başka bir şey olsun. Ama hiç bilinmeyen. Soğuk aksın. Büzüşsün içimde ne varsa. Büzüştürsün.
Yaşlanmak istiyorum bir de… Sakince… Ama hızla… Bir anda, ama sakince… Sırtıma bir yelek geçirip, sahildeki çay bahçesine inmek istiyorum. Adaçayı… Sigara… Kasketim de olsun. Yüzüm kırış kırış olsun. “Gözler” demişti iki ayrı dost ses… İkisinin de dediği gibi gözlerim olsun. Gerisi çok önemli değil. Zor yürüyeyim, ama yürüyeyim. Ağrılarım olsun, ama her birinin adını bileyim.
Madem yalnızım, adam gibi yalnız olayım artık. Hakkını vereyim.
Küçük bir sandalın içinde, deli gibi kavgacı dalgaların arasında; kıyıya varam ha varam diye didinmekten yorulmuşum. Açık denize gidesim var nicedir. Böyle nasıl uzak olsun orası… Böyle nasıl upuzak… O kadar ki; varmadan ölsem de olur. Öyle uzak…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş… Bir yanım, artık boş olmasın… Bir de artık huzurum olsun. Bir de o huzurum, o yanımı dolduran olsun. Bir de o dolan; havuzuma dolan gibi dolmasın. Yoruldum yaşamıma tecavüz edenlerden. Kirletilip bir köşeye bırakılmaktan, dağınıklığın ortasında öylece çaresiz ve donuk bakmaktan yoruldum.
Biri gelsin. Desin ki: “Senin çok içinde, çok derinde, bir şey var. Görüyorum ben onu”… Ve sadece dokunsun. Sadece duysun. Sadece görsün. Sonra yanıma ilişsin. İlişmesi huzur versin. Huzur verişi uzağa götürsün. Uzak, hiç yakınlaşmasın. Yakınlaştıkça uzağın büyüsünü bozmasın.
Böyle çok uzaklara gidesim var. Ama nasıl da upuzaklara… Kimden dileyeceğim ben? Nasıl dileyeceğim? İki yanlış nokta arasındaki doğru, doğru mu nereden bileceğim? Ya ben yanlış başlangıçsam? Ya bitiş noktası dediğim yer, bir başka doğrunun noktasıysa? Ya ben yoksam mesela? Kendime dair tüm gördüğüm, sonsuz bir düşse sadece? Ya uyanınca başka bir adam olacaksam? Ben, ya başka bir adamın düşündeki kabussam?
Tıpayı çekesim var. Böyle hepsi aksın, gitsin istiyorum. Ama paslanmış, kireçlenmiş üstüne bir de… Sanki bütünleşmiş yuvası ile meret tıpa. Çıkmıyor. Muslukların kapanmıyor olması da cabası…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş; yaratıcı diye neye inanıyorsa ondan… Ateistler nasıl diler acaba? Nasıl umar? Nasıl yakarır? Şu din denen zımbırtıya hiç inanmadım. Ama bir şey “olsun” isteyince gidip bir şeye dilekleniyorsun işte… Dileklenmeyen var mıdır?
Kanım aksın istiyorum zaman zaman… Böyle oluk oluk… Sanki hiç durmayacakmış gibi… İçim temizlenene dek… Sonra bir sıvı dolsun kan yerine. Başka bir şey olsun. Ama hiç bilinmeyen. Soğuk aksın. Büzüşsün içimde ne varsa. Büzüştürsün.
Yaşlanmak istiyorum bir de… Sakince… Ama hızla… Bir anda, ama sakince… Sırtıma bir yelek geçirip, sahildeki çay bahçesine inmek istiyorum. Adaçayı… Sigara… Kasketim de olsun. Yüzüm kırış kırış olsun. “Gözler” demişti iki ayrı dost ses… İkisinin de dediği gibi gözlerim olsun. Gerisi çok önemli değil. Zor yürüyeyim, ama yürüyeyim. Ağrılarım olsun, ama her birinin adını bileyim.
Madem yalnızım, adam gibi yalnız olayım artık. Hakkını vereyim.
Küçük bir sandalın içinde, deli gibi kavgacı dalgaların arasında; kıyıya varam ha varam diye didinmekten yorulmuşum. Açık denize gidesim var nicedir. Böyle nasıl uzak olsun orası… Böyle nasıl upuzak… O kadar ki; varmadan ölsem de olur. Öyle uzak…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş… Bir yanım, artık boş olmasın… Bir de artık huzurum olsun. Bir de o huzurum, o yanımı dolduran olsun. Bir de o dolan; havuzuma dolan gibi dolmasın. Yoruldum yaşamıma tecavüz edenlerden. Kirletilip bir köşeye bırakılmaktan, dağınıklığın ortasında öylece çaresiz ve donuk bakmaktan yoruldum.
Biri gelsin. Desin ki: “Senin çok içinde, çok derinde, bir şey var. Görüyorum ben onu”… Ve sadece dokunsun. Sadece duysun. Sadece görsün. Sonra yanıma ilişsin. İlişmesi huzur versin. Huzur verişi uzağa götürsün. Uzak, hiç yakınlaşmasın. Yakınlaştıkça uzağın büyüsünü bozmasın.
Böyle çok uzaklara gidesim var. Ama nasıl da upuzaklara… Kimden dileyeceğim ben? Nasıl dileyeceğim? İki yanlış nokta arasındaki doğru, doğru mu nereden bileceğim? Ya ben yanlış başlangıçsam? Ya bitiş noktası dediğim yer, bir başka doğrunun noktasıysa? Ya ben yoksam mesela? Kendime dair tüm gördüğüm, sonsuz bir düşse sadece? Ya uyanınca başka bir adam olacaksam? Ben, ya başka bir adamın düşündeki kabussam?
Tuesday, October 13, 2009
Neler neler
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12680362.asp?gid=229
yürü be koçum...
bakalım kimler boğulup ölecek... var bi duam ama..
elixir dersini iyi çalış
güzel yazı idi
yaratıcılar...
Bir kere...
Sadece "bir kere" insanlara "benim şöyle bir derdim var" dediğimde; insanların "benim de..." ile başlayan cümleler kurmamasını diliyorum. Buna sanırım çok ihtiyacım var.
Dünya her birimizin çevresinde dönüyor tamam. Hepimiz ayrı ayrı accayip bir şeyiz. Eyvallah... Yani nasıl söylenir; öyle bir varlığız ki, o kadar olur. İyi güzel...
Yahu bir kere... Sadece bir kere... "Senin neyin var?" Bu kadar zor mudur? "Asıl sen nasılsın?"... "Senin için..."
- Canım çok sıkılıyor.
- Ya sorma benim de!...
Sormadım ki... Sormadım... Birine dert yanasım var ulan... Birinin kalkıp "Dostum, seni merak ettim" demesi... Ulan en azından "Neden sıkılıyor canın?" diye sorması...
Ben de mi sormasam artık? Ben de mi iplemesem? Dibine kadar gitsin bakalım... Neresi imiş bir görelim!..
Dünya her birimizin çevresinde dönüyor tamam. Hepimiz ayrı ayrı accayip bir şeyiz. Eyvallah... Yani nasıl söylenir; öyle bir varlığız ki, o kadar olur. İyi güzel...
Yahu bir kere... Sadece bir kere... "Senin neyin var?" Bu kadar zor mudur? "Asıl sen nasılsın?"... "Senin için..."
- Canım çok sıkılıyor.
- Ya sorma benim de!...
Sormadım ki... Sormadım... Birine dert yanasım var ulan... Birinin kalkıp "Dostum, seni merak ettim" demesi... Ulan en azından "Neden sıkılıyor canın?" diye sorması...
Ben de mi sormasam artık? Ben de mi iplemesem? Dibine kadar gitsin bakalım... Neresi imiş bir görelim!..
Monday, October 12, 2009
kırmızı rugan ayakkabılar
çocukken sahip olduğum kırmızı rugan ayakkabılar
onlar da senin gibi çok tatlıydılar ama
canımı yakardılar acıtırdılar
Girişi Şebnem Ferah ile yapalım
Ve diyeyim ki: bu ara her ne giysem ayağıma canımı acıtıyor. 40 yılın yumoş nikeları bile kifayetsiz.
Kesip atsam şu sol mini parmağı, çözülür mü her şey?
Etiketler:
ayakkabı,
oradan buradan,
parmak,
rugan,
seden
Hattuşa ya da Hattuşaş
Binlerce yıl öncesinin bir başkentine konuk oldum geçtiğimiz gün... Anadolu'nun ortasında, piramit formunda yapılmış bir kentin surlarını gezdim. Hitit'lerin başkenti Hattuşa... Çorum'da Boğazkesen'de görülmesi gereken yerlerden biri... Acı olan, bu koskoca kazı alanını koruyan bir tek görevli bile olmaması... Nasıl da açık hırsızlığa, kaçakçılığa... Duvarlardan kopartılacak kabartmalar, bir daha asıl ait olduğu yere o kadar zor döner ki...
Kazılardan çıkarılan eşyaların büyük bölümü Ankara ve İstanbul'daki Etnografya ve Anadlu Medeniyetleri müzelerine gönderilmiş. Çorum'un merkezinde ve Boğazkesen'de de birer küçük müzede sergilenen eserler var. Ancak kazı alanı ne yazık ki bu durumda...
Kazı alanı sadece Hitit'ler döneminin değil, aynı zamanda aradan geçen binlerce yıl içinde bir çok farklı medeniyetin de izlerini saklıyor.
İnsanlık tarihinin bilinen ilk yazılı anlaşması olan Kadeş Antlaşması'nın imzalandığı yer burası. Biraz ilgi, biraz girişimcilik ruhu ile hem kazıların sürekliliği için gerekli kaynaklar yaratılabilir, hem güvenlik sağlanabilir, hem de ciddi bir gelir ve tanıtım platformu oluşturulabilir.
Japonya, kazıya talip olmuş ama reddedilmiş. Alacahöyük ve Boğazkesen'de devam eden kazılar; ilk kazma darbesinden bu yana sadece Türk arkeolog ve Hititolog'lar tarafından sürdürülmüş. Bu anlamda tek olma ünvanına sahip. Kazılar; Atatürk'ün eğitime gönderdiği üç arkeolog tarafından 1935 yılında başlatılmış.
Binlerce yıl önce birilerinin dolaştığı yerlerde dolaşmak çok farklı bir duygu... Ancak toprak eserlerin ve kireçtaşı üstüne oymaların açık havada sergilenmesi, zamanla yok olmalarına neden olacak gibi...
Biraz ilgi, neleri değiştirebilir kimbilir...
Kazılardan çıkarılan eşyaların büyük bölümü Ankara ve İstanbul'daki Etnografya ve Anadlu Medeniyetleri müzelerine gönderilmiş. Çorum'un merkezinde ve Boğazkesen'de de birer küçük müzede sergilenen eserler var. Ancak kazı alanı ne yazık ki bu durumda...
Kazı alanı sadece Hitit'ler döneminin değil, aynı zamanda aradan geçen binlerce yıl içinde bir çok farklı medeniyetin de izlerini saklıyor.
İnsanlık tarihinin bilinen ilk yazılı anlaşması olan Kadeş Antlaşması'nın imzalandığı yer burası. Biraz ilgi, biraz girişimcilik ruhu ile hem kazıların sürekliliği için gerekli kaynaklar yaratılabilir, hem güvenlik sağlanabilir, hem de ciddi bir gelir ve tanıtım platformu oluşturulabilir.
Japonya, kazıya talip olmuş ama reddedilmiş. Alacahöyük ve Boğazkesen'de devam eden kazılar; ilk kazma darbesinden bu yana sadece Türk arkeolog ve Hititolog'lar tarafından sürdürülmüş. Bu anlamda tek olma ünvanına sahip. Kazılar; Atatürk'ün eğitime gönderdiği üç arkeolog tarafından 1935 yılında başlatılmış.
Binlerce yıl önce birilerinin dolaştığı yerlerde dolaşmak çok farklı bir duygu... Ancak toprak eserlerin ve kireçtaşı üstüne oymaların açık havada sergilenmesi, zamanla yok olmalarına neden olacak gibi...
Biraz ilgi, neleri değiştirebilir kimbilir...
Thursday, October 8, 2009
CREEP/...
When you were here before,
Couldn't look you in the eye
You're just like an angel,
Your skin makes me cry
You float like a feather
In a beautiful world
I wish I was special
You're so fuckin' special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't care if it hurts,
I wanna have control
I want a perfect body
I want a perfect soul
I want you to notice
when I'm not around
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here, ohhhh, ohhhh
She's running out again
She's running out
She run run run run...
run... run...
Whatever makes you happy
Whatever you want
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't belong here...
Couldn't look you in the eye
You're just like an angel,
Your skin makes me cry
You float like a feather
In a beautiful world
I wish I was special
You're so fuckin' special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't care if it hurts,
I wanna have control
I want a perfect body
I want a perfect soul
I want you to notice
when I'm not around
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here, ohhhh, ohhhh
She's running out again
She's running out
She run run run run...
run... run...
Whatever makes you happy
Whatever you want
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't belong here...
Seni...
Zamana eksem seni? Acelesiz, telaşsız büyümeyi seçer misin? Yoksa sen de hızla yok mu olursun? Sabırlı mısın gerçekten? Gerçek misin? Yüreğinde filizlenmesini istediğim o küçücük tomurcuk, bir şekilde açana dek bekleyebilecek misin?
Akşam saatlerine eksem seni? Günün tüm yorgunluğunu, bezginliğini unutup, yine de gülümseyebilir misin? Kendini kendine, kendin olan yerlerine adarken, adaman gerekirken... Bir küçük parçanı da akşamüstüne verebilir misin? Aldığın her nefesin arasına, küçük bir damla saklayabilir misin?
İlerleyen geceye eksem peki seni? Teninde durulanacak bir tene açılır mısın? Gömer misin yüzünü, hasret bir boynun içine? Orada uyutur musun tüm uslanmaz yerlerini? Kanın, kanımda durulur mu? Başarabilir misin?
Ve içime eksem seni... Alışagelmişin dışına gidiyoruz desem? Sana şimdiye kadar olandan çok farklı bir şey söylesem? Ama bunu hep duyduğun biçimde belki... Belki sadece "Gel" diyerek yapabilsem? Anlar mısın içindeki dolu dolu seslenişi? Duyar mısın gerçekten?
Şimdilerde bir "sen" rüzgarı ister gönül... Ama alışmaktan korkan, yarası taze, dinginliği yok olmuş, hoyrat mı hoyrat bir rüzgarın tam ortasında kalmış bir gönül bu... Hor kullanılmış, Eylül göçünü tamamlayamadan kışa esir düşmüş bir gönül... Alıp ısıtır mısın? Sabrın var mı?
Daha da önemlisi; farkında mısın sana nasıl ama hem de nasıl alışmak istediğimi? Özledikçe görmek... Gördükçe hiç gitmemek istediğimi... Bir gün... Belki...
Uruk Hai: Kendine kendine gelin güvey olmayı en iyi yapan adam...
Akşam saatlerine eksem seni? Günün tüm yorgunluğunu, bezginliğini unutup, yine de gülümseyebilir misin? Kendini kendine, kendin olan yerlerine adarken, adaman gerekirken... Bir küçük parçanı da akşamüstüne verebilir misin? Aldığın her nefesin arasına, küçük bir damla saklayabilir misin?
İlerleyen geceye eksem peki seni? Teninde durulanacak bir tene açılır mısın? Gömer misin yüzünü, hasret bir boynun içine? Orada uyutur musun tüm uslanmaz yerlerini? Kanın, kanımda durulur mu? Başarabilir misin?
Ve içime eksem seni... Alışagelmişin dışına gidiyoruz desem? Sana şimdiye kadar olandan çok farklı bir şey söylesem? Ama bunu hep duyduğun biçimde belki... Belki sadece "Gel" diyerek yapabilsem? Anlar mısın içindeki dolu dolu seslenişi? Duyar mısın gerçekten?
Şimdilerde bir "sen" rüzgarı ister gönül... Ama alışmaktan korkan, yarası taze, dinginliği yok olmuş, hoyrat mı hoyrat bir rüzgarın tam ortasında kalmış bir gönül bu... Hor kullanılmış, Eylül göçünü tamamlayamadan kışa esir düşmüş bir gönül... Alıp ısıtır mısın? Sabrın var mı?
Daha da önemlisi; farkında mısın sana nasıl ama hem de nasıl alışmak istediğimi? Özledikçe görmek... Gördükçe hiç gitmemek istediğimi... Bir gün... Belki...
Uruk Hai: Kendine kendine gelin güvey olmayı en iyi yapan adam...
1-2-3
1-2-3 derken çok oldu
ne güzel oldu
hoşgeldiniz efemmmm
Etiketler:
canım,
cicim,
hoşgeldiniz,
oradan buradan,
seden
Zaman? Dedim... Dedi mi?
Derdim:
Dağları aşamama durumu... Gün geçerken, atrık ucundan yakalayamama... Ve hızla akmalar. Aralarda, nefes almak için başımı suyun üzerine çıkarıyorum. Sonra, o sıkışıklıkta derin bir nefes alayım derken; bir yandan oksijen, bir yandan iki hidrojene bulanmış bir başka oksijen aynı anda giriyor nefes boruma... Suyun altında öksürüyorum, kimse duymuyor.
Dedim:
Bre ne menem bir yazgıdır; tam ucuna erişmişken hep elimin altından kayan bir zamanın peşinde koşmak...
Dedi:
Zaman dediğin ne ki? Sen koşmasan, belki akmayacak?
Dedim:
Yanlışın yok mu? Dursam durmayacak bir meretin içinde deli gibi dövünüyorum ben.
Dedi:
Dursan, durmuş olacak. Zaman, senin çevrende akıyor. Arkana yaslan ve dönmesini izle. Zira sen durunca, zaten senin çevrende dönüyor. Ama akmıyor.
Dedim:
Sen nereden bileceksin ki?
Dedi:
Ben zamanım.
Belki doğrusun, belki dursam çözüleceksin. Belki ben hızlı koştum, görmedim seni... Derdim... Doğru olsaydın.
Dağları aşamama durumu... Gün geçerken, atrık ucundan yakalayamama... Ve hızla akmalar. Aralarda, nefes almak için başımı suyun üzerine çıkarıyorum. Sonra, o sıkışıklıkta derin bir nefes alayım derken; bir yandan oksijen, bir yandan iki hidrojene bulanmış bir başka oksijen aynı anda giriyor nefes boruma... Suyun altında öksürüyorum, kimse duymuyor.
Dedim:
Bre ne menem bir yazgıdır; tam ucuna erişmişken hep elimin altından kayan bir zamanın peşinde koşmak...
Dedi:
Zaman dediğin ne ki? Sen koşmasan, belki akmayacak?
Dedim:
Yanlışın yok mu? Dursam durmayacak bir meretin içinde deli gibi dövünüyorum ben.
Dedi:
Dursan, durmuş olacak. Zaman, senin çevrende akıyor. Arkana yaslan ve dönmesini izle. Zira sen durunca, zaten senin çevrende dönüyor. Ama akmıyor.
Dedim:
Sen nereden bileceksin ki?
Dedi:
Ben zamanım.
Belki doğrusun, belki dursam çözüleceksin. Belki ben hızlı koştum, görmedim seni... Derdim... Doğru olsaydın.
Wednesday, October 7, 2009
Demirel
Dün dündür, bugün bügündür
bilememişim lafın kıymetini
nasıl dünki seden değilsem, başkaları da dünki hallerinde değil
insan umar ki, ileriye doğru olsun değişimler
daha bir zenginlik olsun, daha bir akıl olsun
aldım elime oturuyorum oysa
bir nevi uçurtmam kaçtı, balonum patladı, bebeğimin başı koptu, yemeğin dibi tuttu
tatsız işte
karnımda başımda musallat bir ağrı
bitsin artık be yaw
çıktığımda biter sandıydım
konuşulmaz artık, konu kapanır
dün aile içine sokulmayan mal oldum
bugün arka dönen, gruplaşan
yarın göt veren?????
Tuesday, October 6, 2009
Şeytan Diyor Ki...
tut bir ev
al haydar dümen'i
tedavisi acil arkadaşları/tanışları doldur içine
iyileşmeden salıvermesin hiçbirini
Sunday, October 4, 2009
Bir kadeh şarap ve Puccini....
Ender güzelliklerden birini de bir pazar gecesi yaşıyorum.Hasbelkader aldığım ucuz şarap inanılmaz güzel çıktı..Bundan daha keyifli ne olabilir :)
İçmekte olduğum daha doğrusu son kadehini yudumlarken bu kelimeleri yazdığım şarap Sevilen-2006-Karasalkım...Bir papazkarası ve 10 lira para verdim bu leziz şaraba..
Beni çok şaşırttı..
Şaraba eşlik eden ise La Scala'da 1953'de kaydedilen Puccini'nin Tosca operası..
Operetler ise Maria Callas, Giuseppe Di Stefano, Victor De Sabata: La Scala Milan Orkestrası ve korosu..
Ne diyim..bazen insan kendini şımartmalı..hak ediyorum..
Sırf hinliğimden gittim ufak bir parmesan ve ufak bi isli peynir aldım şaraba eşlik etsin diye..bi de puccini..tamamdır :)
Bu arada seni de unutmadım..
İçmekte olduğum daha doğrusu son kadehini yudumlarken bu kelimeleri yazdığım şarap Sevilen-2006-Karasalkım...Bir papazkarası ve 10 lira para verdim bu leziz şaraba..
Beni çok şaşırttı..
Şaraba eşlik eden ise La Scala'da 1953'de kaydedilen Puccini'nin Tosca operası..
Operetler ise Maria Callas, Giuseppe Di Stefano, Victor De Sabata: La Scala Milan Orkestrası ve korosu..
Ne diyim..bazen insan kendini şımartmalı..hak ediyorum..
Sırf hinliğimden gittim ufak bir parmesan ve ufak bi isli peynir aldım şaraba eşlik etsin diye..bi de puccini..tamamdır :)
Bu arada seni de unutmadım..
Etiketler:
budur,
elixir,
hayrettin,
leziz,
nefasettin,
papazkarası,
puccini,
Tosca
Saturday, October 3, 2009
Seretonin mucizesi mi?
Güzel kalktım bu sabah... Kalkar kalkmaz Vivaldi Dört Mevsim dinlemeye başladım. Akşama kadar da dinlemeye karar verdim. 4 saatlik uykunun hep yetebilyor olması ne ilginç... İnsan vücudu; seretonini en çok 02:00 ile 06:00 arasında salgılarmış. Bu zaman diliminin tam ortasında uyudum. Bugün, rutin yoğunluğun bitip, kısa süreli rehavetin başlayacağı gün. Kayıtlara geçsin diye söylüyorum: bugün ilginç bir gün olacak. Bir şey olacak illa ki... Bekliyorum. Ama iyi bir şey...
Böyle lay lay lom değilim gerçi. Ama güzel kalktım bu sabah. Umarım güzel gider. Umarım, umduğum gibi olur. Haftasonu keyfi yaşamak gerek artık. Sıkıldım dört duvar arası muhabbetlerden. İçesim var, param kalmamış. Ama en azından bir dolaşmak iyi gelir akşam vakti. Bir de günü güzel kapatmak lazım.
Ey varlığından ve konumundan haberi olmayan sevgili... Sana da ulaşmaya karar verdim. Dedim ya, güzel kalktım bu sabah. Börtü böcek, kuş falan... Ayaklar tekrar yere basmadan, acil iyi bir şeyler yapmak lazım. Sonra olmuyor.
Böyle lay lay lom değilim gerçi. Ama güzel kalktım bu sabah. Umarım güzel gider. Umarım, umduğum gibi olur. Haftasonu keyfi yaşamak gerek artık. Sıkıldım dört duvar arası muhabbetlerden. İçesim var, param kalmamış. Ama en azından bir dolaşmak iyi gelir akşam vakti. Bir de günü güzel kapatmak lazım.
Ey varlığından ve konumundan haberi olmayan sevgili... Sana da ulaşmaya karar verdim. Dedim ya, güzel kalktım bu sabah. Börtü böcek, kuş falan... Ayaklar tekrar yere basmadan, acil iyi bir şeyler yapmak lazım. Sonra olmuyor.
Thursday, October 1, 2009
All About...
Hepsi krem bakarken geldi aklıma, all about eyes.
Kalktım aynaya gittim, başımda hala aynı çatlatan ağrı.
Gözlerime saplanan mızraklar, kafamın içini kemiren ağrı.
Aynada baktım dikkatlice, bir kaç kez gözlerime bakışım çok aklıma yer etmiştir.
Birinde ne kadar mutlu olduğumu görmüştüm
Birinde gözümdeki ferin ne kadar söndüğünü
Birinde o ışığın yine yandığını
Birinde ağlarken gözümün masumluğunu, ki son ağlayışlarımdan biridir
Birinde tüm yaşananların ağırlığını
Birinde ümitsizliği
Birinde özlemeyi
Bu gece karışıktı, özlem, huzur, ümit...
Gözlerim hiç saklamadı içimden geçeni, istediğim kadar poker face yapayım, saklanmak istediğimde göz temasından kaçarım; aksi halde açık kitabım... Okuma bilmeye bile gerek yok bu kitabı. Apaçık işte...
Etrafındaki çizgiler uzun zamandır aynı, evet krem desteği, maskeler, nemler gerekiyor artık ama sevindiğim içinin beslenmesi. Gözün içine ne tıp ne kozmetik henüz çare bulamadı. Besini farklı...
Ne yazık o besini kaybedenlere... bir kez o kaynağı kuruttunuz mu ancak ölüm paklıyor sizi. ölümü beklemek, düşlemek dışında bir şey kalmıyor. Ne yazık, ne acı...
Wednesday, September 30, 2009
Gerisi gelir
Emek ister arkadaşlık, dostluk; adına ne derseniz o işte... Gün içi koşturmacaları insanları uzaklaştıradursun... Bir doğum, bir düğün, bir ölüm... Bu zamanlarda yanında olamıyorsak, ne anlamı kalır sair zamanların? Dünden esinlenmeli düştü aklıma... Kilometre taşları çok önemli. Değer verilenlerin hayatındaki bu değişimlerin yeri çok önemli. Kısıtlı zamanlardan, telaşlı hayatlarımızdan; değerli dediklerimiz için bu özel durumlara zaman yaratmak çok önemli... Gerisi her şekilde gelir nasıl olsa!..
Tuesday, September 29, 2009
Güya Gündem
bir şekilde taciz ve seks ne kadar gözümüzün içine içine sokuluyor...
ne tuhaf ki, gerçek bir çürüme varmış gibi değil, gözümüzün içine içine; seksin ne kadar kötü ve zararlı olduğu iyice kanırta kanırta
Huylanıyorum hali ile
Öncelikle güvenmediğimden, huzur duymadığımdan, benim diyemediğimden
Yeni değil gerçi bunu diyemeyiş, çokkk uzun zamandır böyle.
bir umut yeşerir gibi iken Deniz Abi, kendisi için iyi, ülke için yine yine yeniden en kötü hamleyi yaptı. belki ilk 2-3 sene zor geçecekti ama derdimiz ekonomi ile sınırlı kalacaktı belki.
yeniden bir ışık var. çok çok beğendiğim, aman kurtuluşumuz dediğim değil. yinede bir umut, bir renk, bir nefes, burada bitmez bu hikaye dedirten...
gözümüze fazla ne sokulsa, ürpermeden mantık ile bakabilmeyi özledim
daha az bilinçli olmayı
koyun olmayı
üzerinde ısrarla durulan konularda aklı selim çözümleri bekleyebilmeyi özledim
çocukların mantığa yaraşır şekilde eğitilebildiği, 2 ileri 2 geri adımların atılmayacağı günleri özledim
........ acaba???
Etiketler:
sarıgül,
seçimler,
seden,
tacizler,
ucundan politika
Monday, September 28, 2009
Yayına Hazır Bir Kitabın Girişi
Sokaklar aynı...
Tanımadığım bir kasabanın sokaklarında rast gele dolaşıyorum. Yön çizmeden kendime, herhangi bir amaç koymadan, sürekli sapıyorum karşıma çıkan ilk sokağa; sağa ya da sola aldırmadan. Sonuçta sürekli o ilk caddeye çıkıyorum döne dolaşa ve nedense, bu tip kasabalarda adet olduğu üzere konuşlandırılmış çıkmaz sokaklardan hiç birine çıkmıyor yolum... Hoş zaten bu çıkmaz sokaklara girsem de çıkmayacak yolum...
Bu kasabada; herhangi bir köşe başından çıkıp da beni şaşırtacak bir tanıdık, kesinlikle yaşamıyor.
Girdiğim her sokakta, kasabanın aksine tanıdık bir rüzgar esiyor. Her iki yana sıralanmış; dış yüzleri yoksul ve genellikle iki-üç katlı eski taş evler, nasıl bu kadar tanıdık gelebilir ki bana? Sarı ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, yer yer çatlamış ve dökülmüş sıvaları ile bu evler, ne zaman yerleşti bana? Nerede?
Ve sen!.. İstanbul’un çok katlı, bakımlı bahçeli, otoparklı, çift asansörlü, site içinde yer alan bedeninle; nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin bu köhne yapıların herhangi birinin kapısından? Bu kadar mı aynı bu sokaklar?
Pencereler aynı...
Ferforje cumbalarının iç tarafında Vita kutuları içinde boy veren hercai menekşeler arasında yürüyorum. Her biri renk renk gibi... Her biri güzel gibi... Ama yakından baktığında çatık kaşlı ve saldırgan bir hayvanın yüzünü andıran çiçekleri ile ne denli dost bu pencereler bana?
Her saksının arkasında, yaşı değişken ancak bakışlarının anlamı aynı kadınlar taşıyor sokağa. Hayırsız kocalarından, ilk aşklarından, emekli maaşlarının farklarından, çocuklarının yaramazlıklarından ve bir de günün ilahı pop starlarından, mankenlerden konuşuyorlar, çamaşırlarını asarken ya da toplarken... Birbirlerine kahve randevuları veriliyor; “Kız Ayşe; Canan Teyzenle ikimize kahve yap, hayırsız. Bütün gün ne anlıyor televizyondan, radyodan bilmiyorum. Evde kalacak bu benim başıma Canan.”, “Ayol, bi rahat bırakmadınız ki kızı! Bu zamanda evde oturarak koca bulunur mu kuzum!” replikleri arasında...
Yer yer su birikintisi oluşmuş Arnavut kaldırımı sokaklarda ya bir makrome içindeki menekşenin ya da evden bulabileceği en iyi kısmeti o sokaktan geçmek zorunda olan kızların arasından geçerken; nasıl da tanıdık geliyor; bu binlerce umudu barındıran umutsuz pencereler...
Ve sen!.. Suları alt pencereye aktığı için pen pencerelerinin dış kısmında çiçek barındıramayan, camdan cama haberleşilemeyen, iki kat aşağıdaki komşudan cep telefonu ile randevu alınan pencerelerin arkasındayken; nasıl da ardında gibi görünebiliyorsun bu umutsuzluğun? Nasıl görünebiliyorsun?
Bakkallar aynı...
Önündeki meyve ve sebze sandıkları ile önce manav havası veren, içine girince aspirinden mandala kadar her şeyi bulabildiğim bakkallardan, burada her sokakta bir tane var.
İsmail Efendi; sepetle sarkıtılan siparişleri sahiplerine ulaştırırken, nasıl aklında tutabiliyor kimin veresiye defterine ne kadar işleyeceğini? Her evin alışkanlığını, alacaklarını önceden biliyor olmaktan mı kaynaklanıyor, “mahalle bakkalı” ünvanı? Biraz eski kaşar alındığında, veresiye defterindeki kabarık faturayı hatırlatmak için bekleyen İsmail Efendi; kendi mahallesinden hiç eski kaşar siparişi alamıyor oysa... Başka mahalleden küçük çocuklar; nefes nefese girip dükkanına, alıyorlar eski kaşarları... Bu mahallenin eski kaşar ihtiyacını da öteki bakkallar karşılıyor elbette. Bu iki yüzlü ilişki; her geçen gün daha da kemikleşerek sürüyor mahalle ile bakkalı arasında. Her gün. Her gün. Her gün.
Tezgah altında; evin erkeklerinin kırk yılda bir yapacakları alışverişlerde, rakının yanına özenle seçilerek getirtilmiş beyaz peynirlerin, zam gelecek sigaraların, poşetli dergilerin yer aldığı bu bakkallar, ne kadar da benziyor; artık her biri en az süper market kimliğine bürünen İstanbul bakkallarına...
Ve sen!.. Nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin, utandığı için gazete kağıdına sardırarak aldığın kadın pedlerinle, koşar adım evine gitmeye çalışarak bu bakkaldan? İsmail Efendi ile arandaki bu küçük sır, “doktordan utanılmaz” kimliğini yakıştırdığın İsmail Efendi tiplemesi; nasıl yakın olabilir ki marketlerin raflarında bin bir çeşidini arkadaşlarınla tartışarak seçebilen sana? Bu kadar mı aynısın; pencere önü umutsuzluğuyla?
Yasaklar aynı...
Gözlerim nedense kendiliğinden yere iniyor; camın ardındaki yüz, genç bir kadına ait ise. İçimde sanki “yanlış yapmışım” duygusu ile karışık suçluluğu neden hissediyorum ki, genç kadın yüzlerinin hiç biri ile ilgim yokken? Karşı yüzlerde de ilgilenmiyormuş, baktığım için terbiyesizmişim ifadesini alıyor olmamın nedeni ne olabilir; kesiştiğimiz tek nokta aynı sokakta bulunmamızken sadece? Üstelik ben bir yolcuyum, geçip gideceğim bu sokaktan. Çıkacağım.
Ben; o solgun, sıvası dökük, dış yüzü yoksul komşu evlerden birinde oturmuyorum ki. Yine de bakılamaz işte. Yolcuysan yolculuğunu bil. Oyalama kimseyi. Geldiğin gibi sessizce gitmek üzere, yazılı olmayan bir anlaşmaya uymayı kabul ettin, daha bu sokağın başındayken. O halde uyacaksın kurallara... Komşu oğlanların tekerine çomak sokmadan, o sokaktan geçecek bir kısmet olmadan, annelerin saçından tutup içeri çekmelerine neden olmadan bu genç yüzleri, usulca gitmeliyim.
Ve sen!.. Hiçbiri sen olamıyor bakmayınca. Ama sanki her biri de sen olacak gibi bakar bakmaz. Ben bu sokaktan geçerek kısmetin olmaya çalışırken, sen nasıl benzeyebilirsin ki bu genç yüzlere? Günün her hangi bir saatinde istediğin tanıdığınla buluşabilen, iki çift laf edebilen, karşılıklı nestcafé içebilen, yemeğe ve dansa gidebilen sen; nasıl bu denli aynı olabilirsin ki, odadan odaya geçerken bile üzerinde bir çift ebeveyn gözü taşıyan cumba kızlarıyla?
Denizler farklı...
Ege’nin hırçın ve hoyrat tavırları, geldiğim denizin çok uzağında... Üzerindeki balıkçı tekneleri ile yazın turistlere ada turları yaptıracak olan “iç güveysinden hallice” gezi teknelerini, huysuz bir kedi gibi üstünden atmaya çalışan Ege; izlemek için bile fazla yorucu ve düzensiz kimliği ile akıyor önümde. Kıyıyı döven dalgaları, zaman zaman üstümü ıslatıyor. Sabahın bu erken saatinde; bu kasabaya geliş nedenimi üstüme kusan bu deniz, nasıl da farklı Marmara’dan.
İşte bu hırçın denizin sakladığı yılgın kasabada; daha gideceğim yere gitmeden –gitmeye güç bulamadan- sokak sokak dolaşmamın tüm nedenlerini; yumuşaklıktan ve duyarlılıktan yoksun tavrı ile nasıl da yüzüme vuruyor. Nasıl da beynimi kemirmeye başladı; bir gece önce apar topar aldığım otobüs bileti ile bu kasabaya çıkan yolculuğumun başlama nedeni.
Ve sen!.. Ne kadar da aynısın bu nedenimle...
Tanımadığım bir kasabanın sokaklarında rast gele dolaşıyorum. Yön çizmeden kendime, herhangi bir amaç koymadan, sürekli sapıyorum karşıma çıkan ilk sokağa; sağa ya da sola aldırmadan. Sonuçta sürekli o ilk caddeye çıkıyorum döne dolaşa ve nedense, bu tip kasabalarda adet olduğu üzere konuşlandırılmış çıkmaz sokaklardan hiç birine çıkmıyor yolum... Hoş zaten bu çıkmaz sokaklara girsem de çıkmayacak yolum...
Bu kasabada; herhangi bir köşe başından çıkıp da beni şaşırtacak bir tanıdık, kesinlikle yaşamıyor.
Girdiğim her sokakta, kasabanın aksine tanıdık bir rüzgar esiyor. Her iki yana sıralanmış; dış yüzleri yoksul ve genellikle iki-üç katlı eski taş evler, nasıl bu kadar tanıdık gelebilir ki bana? Sarı ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, yer yer çatlamış ve dökülmüş sıvaları ile bu evler, ne zaman yerleşti bana? Nerede?
Ve sen!.. İstanbul’un çok katlı, bakımlı bahçeli, otoparklı, çift asansörlü, site içinde yer alan bedeninle; nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin bu köhne yapıların herhangi birinin kapısından? Bu kadar mı aynı bu sokaklar?
Pencereler aynı...
Ferforje cumbalarının iç tarafında Vita kutuları içinde boy veren hercai menekşeler arasında yürüyorum. Her biri renk renk gibi... Her biri güzel gibi... Ama yakından baktığında çatık kaşlı ve saldırgan bir hayvanın yüzünü andıran çiçekleri ile ne denli dost bu pencereler bana?
Her saksının arkasında, yaşı değişken ancak bakışlarının anlamı aynı kadınlar taşıyor sokağa. Hayırsız kocalarından, ilk aşklarından, emekli maaşlarının farklarından, çocuklarının yaramazlıklarından ve bir de günün ilahı pop starlarından, mankenlerden konuşuyorlar, çamaşırlarını asarken ya da toplarken... Birbirlerine kahve randevuları veriliyor; “Kız Ayşe; Canan Teyzenle ikimize kahve yap, hayırsız. Bütün gün ne anlıyor televizyondan, radyodan bilmiyorum. Evde kalacak bu benim başıma Canan.”, “Ayol, bi rahat bırakmadınız ki kızı! Bu zamanda evde oturarak koca bulunur mu kuzum!” replikleri arasında...
Yer yer su birikintisi oluşmuş Arnavut kaldırımı sokaklarda ya bir makrome içindeki menekşenin ya da evden bulabileceği en iyi kısmeti o sokaktan geçmek zorunda olan kızların arasından geçerken; nasıl da tanıdık geliyor; bu binlerce umudu barındıran umutsuz pencereler...
Ve sen!.. Suları alt pencereye aktığı için pen pencerelerinin dış kısmında çiçek barındıramayan, camdan cama haberleşilemeyen, iki kat aşağıdaki komşudan cep telefonu ile randevu alınan pencerelerin arkasındayken; nasıl da ardında gibi görünebiliyorsun bu umutsuzluğun? Nasıl görünebiliyorsun?
Bakkallar aynı...
Önündeki meyve ve sebze sandıkları ile önce manav havası veren, içine girince aspirinden mandala kadar her şeyi bulabildiğim bakkallardan, burada her sokakta bir tane var.
İsmail Efendi; sepetle sarkıtılan siparişleri sahiplerine ulaştırırken, nasıl aklında tutabiliyor kimin veresiye defterine ne kadar işleyeceğini? Her evin alışkanlığını, alacaklarını önceden biliyor olmaktan mı kaynaklanıyor, “mahalle bakkalı” ünvanı? Biraz eski kaşar alındığında, veresiye defterindeki kabarık faturayı hatırlatmak için bekleyen İsmail Efendi; kendi mahallesinden hiç eski kaşar siparişi alamıyor oysa... Başka mahalleden küçük çocuklar; nefes nefese girip dükkanına, alıyorlar eski kaşarları... Bu mahallenin eski kaşar ihtiyacını da öteki bakkallar karşılıyor elbette. Bu iki yüzlü ilişki; her geçen gün daha da kemikleşerek sürüyor mahalle ile bakkalı arasında. Her gün. Her gün. Her gün.
Tezgah altında; evin erkeklerinin kırk yılda bir yapacakları alışverişlerde, rakının yanına özenle seçilerek getirtilmiş beyaz peynirlerin, zam gelecek sigaraların, poşetli dergilerin yer aldığı bu bakkallar, ne kadar da benziyor; artık her biri en az süper market kimliğine bürünen İstanbul bakkallarına...
Ve sen!.. Nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin, utandığı için gazete kağıdına sardırarak aldığın kadın pedlerinle, koşar adım evine gitmeye çalışarak bu bakkaldan? İsmail Efendi ile arandaki bu küçük sır, “doktordan utanılmaz” kimliğini yakıştırdığın İsmail Efendi tiplemesi; nasıl yakın olabilir ki marketlerin raflarında bin bir çeşidini arkadaşlarınla tartışarak seçebilen sana? Bu kadar mı aynısın; pencere önü umutsuzluğuyla?
Yasaklar aynı...
Gözlerim nedense kendiliğinden yere iniyor; camın ardındaki yüz, genç bir kadına ait ise. İçimde sanki “yanlış yapmışım” duygusu ile karışık suçluluğu neden hissediyorum ki, genç kadın yüzlerinin hiç biri ile ilgim yokken? Karşı yüzlerde de ilgilenmiyormuş, baktığım için terbiyesizmişim ifadesini alıyor olmamın nedeni ne olabilir; kesiştiğimiz tek nokta aynı sokakta bulunmamızken sadece? Üstelik ben bir yolcuyum, geçip gideceğim bu sokaktan. Çıkacağım.
Ben; o solgun, sıvası dökük, dış yüzü yoksul komşu evlerden birinde oturmuyorum ki. Yine de bakılamaz işte. Yolcuysan yolculuğunu bil. Oyalama kimseyi. Geldiğin gibi sessizce gitmek üzere, yazılı olmayan bir anlaşmaya uymayı kabul ettin, daha bu sokağın başındayken. O halde uyacaksın kurallara... Komşu oğlanların tekerine çomak sokmadan, o sokaktan geçecek bir kısmet olmadan, annelerin saçından tutup içeri çekmelerine neden olmadan bu genç yüzleri, usulca gitmeliyim.
Ve sen!.. Hiçbiri sen olamıyor bakmayınca. Ama sanki her biri de sen olacak gibi bakar bakmaz. Ben bu sokaktan geçerek kısmetin olmaya çalışırken, sen nasıl benzeyebilirsin ki bu genç yüzlere? Günün her hangi bir saatinde istediğin tanıdığınla buluşabilen, iki çift laf edebilen, karşılıklı nestcafé içebilen, yemeğe ve dansa gidebilen sen; nasıl bu denli aynı olabilirsin ki, odadan odaya geçerken bile üzerinde bir çift ebeveyn gözü taşıyan cumba kızlarıyla?
Denizler farklı...
Ege’nin hırçın ve hoyrat tavırları, geldiğim denizin çok uzağında... Üzerindeki balıkçı tekneleri ile yazın turistlere ada turları yaptıracak olan “iç güveysinden hallice” gezi teknelerini, huysuz bir kedi gibi üstünden atmaya çalışan Ege; izlemek için bile fazla yorucu ve düzensiz kimliği ile akıyor önümde. Kıyıyı döven dalgaları, zaman zaman üstümü ıslatıyor. Sabahın bu erken saatinde; bu kasabaya geliş nedenimi üstüme kusan bu deniz, nasıl da farklı Marmara’dan.
İşte bu hırçın denizin sakladığı yılgın kasabada; daha gideceğim yere gitmeden –gitmeye güç bulamadan- sokak sokak dolaşmamın tüm nedenlerini; yumuşaklıktan ve duyarlılıktan yoksun tavrı ile nasıl da yüzüme vuruyor. Nasıl da beynimi kemirmeye başladı; bir gece önce apar topar aldığım otobüs bileti ile bu kasabaya çıkan yolculuğumun başlama nedeni.
Ve sen!.. Ne kadar da aynısın bu nedenimle...
Subscribe to:
Posts (Atom)