Bir gün,bir ay,bir yıl, yada ne vakitte olursa olsun,toplandık,toplaştık, geldik, gittik, yazdık,yazdırdık,baktık, yedik,yedik,yedik,şiştik,kocaman olduk, düşündük,geldik,yazdık,gittik,geldik,gittik...
Friday, December 25, 2009
Heyecan
Var bir heyecan, kalbin ritmini %15 artıran, boğaza doğru daraltan, salgı bezini harekete geçiren..
gerçekten duyulası sanırım..
Tuesday, December 22, 2009
Paket
iyi de yaşadık üstüne üstlük..
sevimsiz oldu..
olsun o da iyidir..
olmadı..kedidir kedi..
Friday, December 11, 2009
Doğum Günü hadisesi
Tarihe not bile düştüm.
Megalomani pik yapıyor.
hahaha
Monday, November 30, 2009
Harika bir film..Şahane bir soundtrack "Funny People"
Nefis oyunculuklar ve Şahane müzikleri eşliğinde bir Judd Apatow filmi..Sabahtan beri 8'nci tekrar'a geçtim müzikleri...o kadar güzel..o kadar sade..
Saturday, November 28, 2009
Bayram dedikleri
Madde 1:
-Bayram tebriği mail yoluyla olmaz, ayıptır, görgüsüzlüktür.
Madde 2:
-Bayram tebriği sms yoluyla olmaz, ayıptır, görgüsüzlüktür.
Madde 3:
-Bayram tebriği madem kişiye özelse ya telefon açılır yada bizzat evine gidilir yerinde tebrik edilir.
Bu yüzden bana ilk 2 maddeyle bayram tebriği yapılmasını gerçekten kişisel hakaret gibi algılıyorum. Aramaya, haber vermeye tenezzül etmeyen eş,dost ahalisi bana ultra yapay geliyor.
O yüzdendir ki yıllardır gerek mail gerekse sms yoluyla tebrik edenlere geri dönmem.
hoşlanmıyorum bu yapaylıktan..vaktim yoktu falan gibi mazeretlere ise kahkahalarımı yolluyorum.
Monday, November 23, 2009
Patti labelle and Michael McDonald - On My Own
Bir kaç gün önce beynimden fırladı, üç dört gündür, günde 4-5 kere minimum dinliyorum..
Hafıza çok enteresan 15 yaşımdayken dinlediğim şarkı 20 küsür yıl sonra pörtledi..
Sözleri de şurda..hatta ne enteresan geldi şimdi...
So many times
Said it was forever
Said our love would always be true
Something in my heart always knew
I'd be lying here beside you
On my own
On my own
On my own
So many promises never should be spoken
Now I know what loving you cost
Now we're up to talking divorce
And we weren't even married
On my own
Once again now
One more time
By myself
No one said it was easy
But it once was so easy
Well I believed in love
Now here I stand
I wonder why
I'm on my own
Why did it end this way
On my own
This wasn't how it was supposed to be
On my own
I wish that we could do it all again
So many times
I know I should have told you
Losing you it cut like a knife
You walked out and there went my life
I don't want to live without you
On my own
On my own
On my own
This wasn't how it was supposed to end
I wish that we could do it all again
I never dreamed I'd spend one night alone
On my own, I've got to find where I belong again
I've got to learn how to be strong again
I never dreamed I'd spend one night alone
By myself by myself
I've got to find out what was mine again
My heart is saying that it's my time again
And I have faith that I will shine again
I have faith in me
On my own
On my own
On my own
Saturday, November 21, 2009
Çok sevmezsen, çok acımazsın
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…
Can Yücel
-------------------
İlişik yaşamak... Böyle hep birşeylerin kıyısında köşesinde... Hiçbir şeyin tam olarak içine giremeden. Ağzını doldura doldura "benim" diyemeden... Yüreğini doldura doldura "benim" diyemeden...
E hadi sen böyle yaşayacaksın. Diyelim ki böyle mutlu oldun. Korurdun kendini. Engebeler azaldı. Yaşam daha bir düzenli akmaya başladı diyelim...
Ya O?.. O da mı ilişik yaşayacak sana? Böyle hep kıyında köşende? Böyle hep, tam olarak içine giremeden... Sana "Seni seviyorum" dediğinde hiç dolu dolu dökülmeyecek mi o sözler? Hiç tam anlamını bulmayacak mı?
O böyle olacaksa, sen de işte tam olarak böyleysen; kim neyin içinde, neye ilişik kalacak? Hep birbirine sadece sürtünerek, sadece teğet geçerek mi yaşanacak ilişkiler? İlişkiler hep ama hep "ilişik" mi olacak?
Sunday, November 15, 2009
Pazar
Bir email haftasonunu pörtletebiliyormuş..
Gerginlik pazartesine taşınacak..
hay bin kunduz..
Thursday, November 12, 2009
bencil olmak
Empati zor şey..
Kendini dinlemek daha zor, kendine hakim olmak, susmayı öğrenmek ama asla doğru bildiğini saklamamak..saklayanların maskesini düşürmek..
zor be..
Bencil olmak da zor şey...
Kendimle dertleştiğim bu saatlerde, kendime not saklamak için yazıyorum..
yazıyorum ki gün olunca bu yazımı tekrar okuduğumda suratımda belirecek o hüznü hazmedeyim, tekrar okuğumda belki suratımda belirecek o gülümsemeyi hazmedeyim...
Evet bencillik de iyidir..
Buna mı bencillik diyosun diyene de budur diyorum..
Tuesday, November 10, 2009
7 FARK - TWITTER
New York’s Voice of Dissent on Gay Marriage http://bit.ly/2iFvid
HTGazete
Nihal'den Behlül'e aşk öpücüğü VİDEO: Aşk-ı Memnu'da heyecan doruğa çıkıyor. http://bit.ly/3vINxk
Bulun yine 7 farkı
Tuesday, November 3, 2009
Söz
Wednesday, October 28, 2009
Übermotor
Şimdi ne hale geldik izah edeyim müsadenizle..
İlişki yaşamaktan korkan tüm kadın milleti erkeği zikip bırakma peşinde..aman yapışmasın, aman gerek yok..aman uzasın hesabı..
E bu bize neyi tanıttı..ÜBERMOTOR...
Yaratıktan hallice, mümkünse sıvıyla beslenen, pandispanya götlü (afedersin) uzun bacaklı dişi..
Ha araya patatesler girmiyor mu..girsin efendim kime ne..
Efendim bu ÜBERMOTOR'lar artık motorları aşmış şahsiyetler..
Farkına vardığınızda aynı anda bir elin sesi, iki elin orkestrası kadar adamı aynı anda idare edebilen, hepsini istisnasız köpek edebilme yetisine sahip, biriyle birlikteyken ötekine şuh mesajlar yollayabilen ÜBERMOTOR...
ÜBERMOTOR kariyer hedefini Y...AK hastalığına tutulmuş gibi sürdürebilen canlı türüdür.
ÜBERMOTOR hedefini yakalar ve bırakmaz.Taa ki canı istediği bir diğer adama gidene kadar..
Sömürür, sömürür..bitirir..sivrisinek gibi..canı ister ve diğer canlıya konarak hayatını sürdürür asalakça..
ÜBERMOTOR'un sınırsız backup kapasitesi vardır, beraber olduğu adamdan sıkıldığında yukarda da belirttiğim gibi parmakların sayısı kadar yedeği vardır, hiç yorulmaz devam eder..
Valla ben yazmaktan sıkıldım, ÜBERMOTOR gitmekten sıkılmadı..
Çevre çok kötü okuyucu..ÜBERMOTOR'lara dikkat et kıçının dibinde seni kesmekle meşgul..Aman diyim..
Disco Fever..this is just the beginning...
http://www.youtube.com/watch?v=v8Hw6yAaeBw
7 FARK
Dangalak ile aptal arasındaki 7 farkı sayın bana
Bitince aptal ile vefalı arasındaki 7 farkı sayın
O da bitince vefalı ile dangalak benzerliklerini tespit edin
Aaaaa o ben mi imişim?
hiç aklıma gelmemişti
bir de aklınızda olsun, benden aman uzak durun
Başınıza ne gelir bilenmez, kim bilir neler ederim
Tuesday, October 27, 2009
Hayat Kırıklığı
Hayatla yüzleşmenin verdiği, hayattan kaçamamanın verdiği kırıklık..Oysa ne güzel hayaller kurmamış mıydık..
Bir evimiz olacaktı, o evi istediğimiz gibi dekore edecek, mutfağını istediğimiz gibi düzecek, her bir parçasını kendimiz yapmayacak mıydık..noldu peki..nerde bu hayaller..hepsi kırıldı işte..darmadağın oldu..toplamaya çalışıyoruz..
Çok fazla gerçekçi olmak da ayrı fena birşey..Her şeyi ince eleyip, sık dokuyup sonra herşeye şüpheci yaklaşmak..çok korkmak, çok korkup hep aynı şeyleri yaşamak..bu da kötü değil mi..bu da kırıklık değil mi ?
Oysa Hayat dediğin...
Monday, October 26, 2009
Eğlence
Hoş insan büyüdükçe eğlenme seçeneklerini genişleteceğine iyice daraltabiliyor. Aslında sendromumuzla da alakalı açıkcası..
Bir de ne için eğlendiğimizle ilgili de ayrı bir durum var.
Her dışarı çıktığımda bokunu çıkartırcasına eğlenmektense, bokunu çıkartıncaya kadar keyif almaya çalışıyorum. Mış gibi yapmadım, mış gibi yapanlara da anlam veremiyorum.
-Lan bari keyif alamıyosun, Eğlenemediğin zaten belli..terket ortamı..
-Yok abi ben kasacam.
-Kasmayalım...gidelim..
-Terkedelim ortamı..
-Git sen bi...
AYRAN
Bir de şu var.Bu ayran olmak meselesiyle ilgili şunu derim her daim..Ayranı çok sallarsan tereyağ olur.
Ne etcez ? demek ki Ayranlık yapmıcaz.
Gönül dediğin her boka konmaz. Öyle olursa tüm tereyağlar bok içinde kalır.
Kendi blog'unun olması bu kadar lüks yazmayı matah saydırabiliyor insanoğluna (ben)
Yazım şekilleri
Aha yazdığımı bile sildim..
Herkesden farklıyım'ın bile bi şekli olmalı be. Ambalaj farkı böyle bişi sanırım.Temel ihtiyaç aynı olunca ambalaj bile kurtarmıyor...
2 Satır
Friday, October 23, 2009
Tanımam Kumdan Kaleler'i...
Ama "yanlış aşklar yaşayıp yanlış köprülerde, yanlış gemiler yakıp aldırmadan gidişlerimiz" aynı... Sonra kuşlar gittiğinde anladım dünya yorgun. Ben yorgun... Tortusu kalmış eski bir korkunun... Sordum: Biz var mıydık? Aşk var mıydı?
Sana dair... Bir şarkı boyunca söyledikleri seninle ilgili, ne kadar da bana dair... Ve ben üstüne neler neler yazabilirken hala... Sen hala bir başka yaşamın içinde, bir başka omzun düşünde... Kısacık saçlarını dayamak için bir göğse, orada kaybolmak için belki, beklemelerdesin. Yüreğini kıpırdatacak bir kıvılcımı arıyor gözlerin... Ve zaman benim için ters yönde akarken, U dönüşü yapılmaz yerlerden geçerken sürekli ve giderek uzaklaşırken, daha da kötüsü yanımdan yöremden ayrılmayan bir fırtınanın içinde, herhangi bir kıvılcımı yakamaz, yaksam da yaşatamazken...
Yol ayrımlarına bölündü yaşamım. Uzun süredir bilinen rotaların dışına iten, giderek daha da ıssız bir yaşamın içine çeken beni ne? Nedir yüreğimin içinde western filmlerinin değişmez dekoru kurumuş çalıları önüne katıp sürükleyen? Göz alabildiğine kum dolmuş bir yüreğin içinde nasıl yeşerme telaşı bu?
Anladım ki naif olandan, yar olmuyor. Anladım ki bir sevgiliye; yaşama değer verir gibi değer vermek, umuda sarılır gibi sarılmak, ışığa sığınır gibi sığınmak para etmiyor. Olduğum gibi olmaya devam ettikçe, yarim olsun istenenlere ulaşılamıyor "yar" olarak...
Benden güzel dost oluyormuş, bunu anladım. Yaşamına "yar" olarak giresim gelen 3-5 kadın... Her birinin cümlelerinde aynı sözcükler, seslerinde aynı tınılar... "O kadar anlayışlı, o kadar başkasın ki!.. Senin gibi bir dostum olduğu için mutlu hissediyorum kendimi!" Ne kadar onur verici değil mi?
Bir yürek çiziyorum, sıradan "kalp" şekillerine sadık kalmadan... Binlerceymişcesine yoğun bir duygu sıkıştırıyorum. Sunuyorum, buradayım diyorum. Ve dinliyorum, izliyorum: Sözler nasıl akıtılacak bilinmeyen anlar, gözler kaçırılarak anlatılmaya çalışılanlar, sen benim dert ortağımdınlar, aslında ne kadar güzel anlaşıyorduklar ve daha binlerceler... Her biri de binlerce gibi...
Bir adam çiziyorum, aradığı tek şey gerçek olan... Anlıyorum ki; olduğum gibi olmamak gerekiyor. Anlıyorum ki; anlamamak gerekiyor. Anlıyorum ki; ertesi sabah o uyanmadan sıvışmak gerekiyor. Anlıyorum ki; karşımdakinin eksiği gediği ne ise onu özenle arayıp bulup, orayı sanki çok acayip bir şekilde dolduruyormuşum gibi yaparak, alacağımı alıp gitmem gerekiyor. Bu bekleniyor benden. Çünkü hep bunlar yapılmış şimdiye dek "yar" olasılara... Başka türlüsünü beklemiyorlar artık. Ama yapamıyorum. Anlıyor olmam, yapabiliyor olmamı sağlamıyor.
Bir kadın çiziyorum sonra... Hayatının anlamını, hayatımın anlamına bulamak isteyen... Gözüme baktığında, kuşkular yerine kendi değerini görebilen... Yüreğini örseleyen ne varsa hepsini ardında bırakıp, onun için inip kalkan göğse usulca başını dayayan... Orada olduğumu bilen... Gitmeyeceğimi... Sonra gömüyorum o kadını... Düşler tarlamda yeni bir filiz...
Tanımaz beni Kumdan Kaleler... Kısacık saçlı, kumral yüzlü, göğsüme başı değmeyen, yüreğimin neyle çalıştığını merak etmeyen de bilmez, tanımaz beni... Ve zaman akar hızla... Kumdan Kaleler söyler Sana Dair'i... Ben dinlerim... Ben söylesem çünkü, dinleyecek kimse bulunmaz.
"Bu ne senden ilk kaçışım ne de son düşüşün yüreğime. Ne bu serden son geçişim ne de son küsüşüm kaderime..."
Thursday, October 22, 2009
elixir usulü tagliatelle
-1 paket barilla tagliatelle (500 gr) ben 250 gr'dan çıkardığım tarifi yazıyorum.
-1 paket krema
-150 gr acılı sucuk
-Göz kararı Biberiye/Rosemary
-50 gr hindi salam
-göz kararı kurutulmuş domates
-1 tane yumurta sarısı
Önce bol suda makarnamızı haşlıyoruz, haşlanırken yapışmaması için içine biraz tuz ekliyoruz.Kaynama devam ederken fazla derin olmayan bir tavaya ince kestiğimiz sucukları atıyoruz, ilave olarak da salamları rulo haline getirip dilimleyerek ekliyoruz.
Bunları yeterince yağlarını verdiğinde de Biberiye'leri ekleyip biraz daha döndürüp içine önceden yumuşattığımız kuru domatesleri ve kremayı da ekleyip krema'nın kendini salmasını bekliyoruz.
Makarna tam 7 dakikada şahane kıvamına geliyor..Haşladığımız suyu olduğu gibi boşaltıp, tencereye biraz becel koyup makarnayı üzerine ilave edip şöyle bir döndürüp içine 1 yumurta sarısını ekleyip yine bir tur makarnayı tencere içinde döndürüyoruz.
Daha sonra da sosumuzu makarna içine ekleyip biraz karıştırıp tabaklarımıza koyup afiyetle yiyoruz.
budur..Yarım paketten lezzetli 2 porsiyon çıkarttım.. Yanında da 2008 Kavaklıdere Angora güzel gitti, tavsiye ederim.
Wednesday, October 21, 2009
ölçülebilirlik
bakalım kaç kişi girdi-çıktı yapacak..trafik ne olacak..merak işte..
Tuesday, October 20, 2009
Radiohead - High and Dry
Flying on your motorcycle, watching all the ground beneath you drop.
You'd kill yourself for recognition; kill yourself to never ever stop.
You broke another mirror; you're turning into something you are not.
Don't leave me high, don't leave me dry
Don't leave me high, don't leave me dry
Drying up in conversation, you will be the one who cannot talk.
All your insides fall to pieces, you just sit there wishing you could still make love
They're the ones who'll hate you when you think you've got the world all sussed out
They're the ones who'll spit at you. You will be the one screaming out.
Don't leave me high, don't leave me dry
Don't leave me high, don't leave me dry
It's the best thing that you've ever had, the best thing that you've ever, ever
had.
It's the best thing that you've ever had; the best thing you've had has gone away.
Don't leave me high, don't leave me dry
Don't leave me high, don't leave me dry
Don't leave me high, don't leave me high
Don't leave me dry.
Sevgili hep şehir dışında olmasın
Suç, düşünce olmaktan çıksın
Yaftalarla yaşamaya devam ettiğim için...
En açık görüşlülerin bile bir kalıba sokmaya çalışmasına izin verdiğim için...
Bunlarla karşılaştığımda; sustuğum ve kırmamak için konuşmadığım için...
Herkesin kendince edindiği deneyimlerle, yaşadığım anlara ahkam kesmelerine tepkisiz kaldığım için...
Düşündüklerimi anlatıyorum. Görüyorum ki; dünyanın çevresinde döndüğü şey aynı... Yaş ilerledikçe, dönüş biçimi değişiyor. Ama yörüngede en ufak bir sapma yok.
O yörüngede olmak istemiyorum. Sevmiyorum yahu, zorla mı? Hayatım kadın-erkek ilişkisi üzerine kurulu bir toplumsal algı mekanizmasının içinde öğütülsün istemiyorum. Sevmiyorum kardeşim. Yeter artık!..
Kafanızda "suç" olanları, "doğal" olarak düşünmenize engel herşeyi, ne zaman yıkacaksınız? Yıkacak mısınız?
Monday, October 19, 2009
Bir Amerikali, bir Ingiliz ve bir Iraklı
Amerikali cayini bitirince bardagi havaya firlatmis, silahini cikarip bardaga ates edip parcalamis:
'Bizde bardaklar o kadar ucuzdur ki biz Amerika'da ayni bardakla iki kere cay icmeyiz'
'Bizim Ingiliz kumsallarinda bardak yapacak cam icin o kadar cok kumsal vardir ki, ayni bardakla iki kere cay icmeyiz'
Bunun uzerine Irakli da cayini bitirmis, bardagi havaya firlatmis, silahini cekip Amerikali ve Ingilizi vurup oldurmus...
'Bagdat'ta bu Ingiliz ve Amerikalilardan o kadar cok var ki, biz ayni adamlarla oturup iki kere cay icmeyiz...
Derin bir nefes
İlk öpüşmeni hatırla… O ana dek yavaş yavaş tırmanan heyecanı… Ellerin terlemeye başlar. Kalbin deli gibi… Dudakları yaklaştıkça sıcak nefesi de yaklaşır. Yüzünü dağlar. Heyecandan kupkuru kesilen dudaklar hafifçe değer birbirine, ürkek ve kararsız. Sonra o ilk dokunuş bir anda bir birleşmeye dönüşür. İşte o anı hatırla… Durmamış mıydı zaman? Derin bir nefes boyu durmamış mıydı?
İlk sevişmeni hatırla… Sınırsızlığındayken bedeninin, bir anda tüm varlığınla O’nun olmayı dilediğin o ilk anı… Sonsuz gibi değil miydi o anda her şey? O an aldığın nefes kadar derinini ne zaman aldın bir daha?
Çocuğunu kucağında tuttuğun ilk an? O da mı değil? Aylarca gelmesini beklediğin, büyüyüşünü izlediğin, hissettiğin? Bir anda küçücük bir insanın kucağına verildiğinde, yüzüne kocaman gülümsemeler gönderen insanların arasında, onunla ilk göz göze geldiğinde aldığın o derin nefes?
Bir derin nefes zamanı artık… İlk öpüşme bitti. İlk sevişme de… Belki yeni bir çocuğun da olmayacak artık. O zaman nasıl varacaksın o derin nefesin sonsuzluğuna bir daha? İşte burada deneyimlerin girecek devreye. Artık “seviyorum” dediklerini sahiplenerek, kendin yaratacaksın o derin nefesi… Sevdiklerini sadece kavramsal olarak sevmekten vazgeçerek… Onlarla bütünleşerek…
Mesela alacaksın papatyayı, yaklaştıracaksın burnuna ve derin bir nefes çekeceksin. Ya da yanında sana bir şeyler yükleyeni alacaksın kollarına ve sımsıkı sarılacaksın. Güneşin batışını izlerken alacaksın o derin nefesi artık. Çok seviyorum dediğin grubu dinlerken, bir albüm boyu tutacaksın nefesini. Rüzgarsa sevdiğin, izin vereceksin derin bir nefesle içine dolmasına…
Zaman içinde hep “en”lerin oluştu. En çok sevdiğin renk, en çok sevdiğin yemek, en çok sevdiğin film… “En çok” ne demek bunun ayrıdına “gerçekten” varman için yapman gereken sadece bu işte. Derin bir nefes almak… Al o nefesi…
Göreceksin ki; o zaman daha gerçek olacak her şey… Daha sana dair… Daha içinde… Ve hayatının yedek kulübesine sıkıştırdığın zamanlar akmaya başlayacak bir anda… Orada beklettiğin ne varsa dolacak boşalan yerlerine… Dolu dolu yaşayacaksın. Dolu dolu nefes alıp vereceksin artık. Kendini bekletme… Hele ki bir de biri tutmaya hevesliyse elini… İşte o zaman; vereceksin, aldığın o derin nefesi...
Saturday, October 17, 2009
Remember the time...when we fell in love...
When we fell in love
We were young
And innocent then
Do you remember
How it all began
It just seemed like heaven
So why did it end?
Do you remember
Back in the fall
Wed be together
All day long
Do you remember
Us holding hands
In each others eyes
Wed stare
(tell me)
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
When we first met
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
Do you remember
How we used to talk
(ya know)
Wed stay on the phone
At night till dawn
Do you remember
All the things we said like
I love you so
Ill never let you go
Do you remember
Back in the spring
Every morning birds would sing
Do you remember
Those special times
Theyll just go on and on
In the back of my mind
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
When we first met girl
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
Those sweet memories
Will always be dear to me
And girl no matter what was said
I will never forget what we had
Now baby
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
When we first met
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
When we first met
Do you remember the time
When we fell in love
Do you remember the time
Remember the times
Ooh
Remember the times
Do you remember girl
Remember the times
On the phone you and me
Remember the times
Till dawn, two or three
What about us girl
Remember the times
Do you. do you, do you,
Do you, do you
Remember the times
In the park, on the beach
Remember the times
You and me in spain
Remember the times
What about, what about...
Remember the times
Ooh... in the park
Remember the times
After dark..., do you, do you, do you
Remember the times
Do you, do you, do you, do you
Remember the times
Remember the times...I loved you this much...
when we fell in love each other..that glowing your eyes..your face..
Friday, October 16, 2009
Emotio & Lilter
Ayak tutmaz iken
Thursday, October 15, 2009
HUMAN BEING
Wednesday, October 14, 2009
Dedim... Dedi... / 2
Dedi yüzüm bencedir. Anlamak için ilişmek gerek.
Dedim halin necedir? Durduğunda, yerini gösteren tabelalar okunmuyor?
Dedi halim sencedir. Okumayı dayattıkları gibi değil, yüreğinle okuman gerek.
Dedim yaşam yeşermiyor dayatılan yerlerimde, gözüm seçmiyor yazılanları…
Dedin gününe başlama biçimin yanlış. Abanmadan soracağın zamanlar gerek.
Dedim alçakça dillendirilen her şeye bir tutam giydiresim var.
Küf olmuş zamanlardan kalan miras kokutuyor yerlerimi.
Kana bulanmış gözümü aralasam ne olur?
Kırmızı bir flulukta geçiyor bu zorba ömür…
Dedi direneceksin. Kim geldi ise yamacına, bir sebepten geldi.
Yüklendiğini sandığın her şey, sandığın içinde saklı şimdi.
O yüzden küf kokmaların, ömrüne yeni gelenlere…
Kan dolarsa da dolsun. Açacaksın gözlerini…
Dedim yüreğim seğirmiyor artık. Seğirtecekler de yorgun.
Dedi o senin yorgunluğun. Ulaşasın varsa, illa bir mola zamanı bulursun.
Dedim sen necesin? Anlıyorum dilini, ama konuşamıyorum.
Dedi önce olman gerek. Oldurduğun yerlerini törpülemen gerek.
Dedim nereye kadar bu törpü? Olan yerler yitmesin?
Dedi bırak yitsin her biri…
Senin olmak dediğin, yitmekten geçen sınavın…
Yitirdikçe bulmadın mı sana dairlerini?
Gün ola, devran döne… Çitile artık geçmişini…
Ya kabussam?
Tıpayı çekesim var. Böyle hepsi aksın, gitsin istiyorum. Ama paslanmış, kireçlenmiş üstüne bir de… Sanki bütünleşmiş yuvası ile meret tıpa. Çıkmıyor. Muslukların kapanmıyor olması da cabası…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş; yaratıcı diye neye inanıyorsa ondan… Ateistler nasıl diler acaba? Nasıl umar? Nasıl yakarır? Şu din denen zımbırtıya hiç inanmadım. Ama bir şey “olsun” isteyince gidip bir şeye dilekleniyorsun işte… Dileklenmeyen var mıdır?
Kanım aksın istiyorum zaman zaman… Böyle oluk oluk… Sanki hiç durmayacakmış gibi… İçim temizlenene dek… Sonra bir sıvı dolsun kan yerine. Başka bir şey olsun. Ama hiç bilinmeyen. Soğuk aksın. Büzüşsün içimde ne varsa. Büzüştürsün.
Yaşlanmak istiyorum bir de… Sakince… Ama hızla… Bir anda, ama sakince… Sırtıma bir yelek geçirip, sahildeki çay bahçesine inmek istiyorum. Adaçayı… Sigara… Kasketim de olsun. Yüzüm kırış kırış olsun. “Gözler” demişti iki ayrı dost ses… İkisinin de dediği gibi gözlerim olsun. Gerisi çok önemli değil. Zor yürüyeyim, ama yürüyeyim. Ağrılarım olsun, ama her birinin adını bileyim.
Madem yalnızım, adam gibi yalnız olayım artık. Hakkını vereyim.
Küçük bir sandalın içinde, deli gibi kavgacı dalgaların arasında; kıyıya varam ha varam diye didinmekten yorulmuşum. Açık denize gidesim var nicedir. Böyle nasıl uzak olsun orası… Böyle nasıl upuzak… O kadar ki; varmadan ölsem de olur. Öyle uzak…
Herkes kendinde eksik olanı dilermiş… Bir yanım, artık boş olmasın… Bir de artık huzurum olsun. Bir de o huzurum, o yanımı dolduran olsun. Bir de o dolan; havuzuma dolan gibi dolmasın. Yoruldum yaşamıma tecavüz edenlerden. Kirletilip bir köşeye bırakılmaktan, dağınıklığın ortasında öylece çaresiz ve donuk bakmaktan yoruldum.
Biri gelsin. Desin ki: “Senin çok içinde, çok derinde, bir şey var. Görüyorum ben onu”… Ve sadece dokunsun. Sadece duysun. Sadece görsün. Sonra yanıma ilişsin. İlişmesi huzur versin. Huzur verişi uzağa götürsün. Uzak, hiç yakınlaşmasın. Yakınlaştıkça uzağın büyüsünü bozmasın.
Böyle çok uzaklara gidesim var. Ama nasıl da upuzaklara… Kimden dileyeceğim ben? Nasıl dileyeceğim? İki yanlış nokta arasındaki doğru, doğru mu nereden bileceğim? Ya ben yanlış başlangıçsam? Ya bitiş noktası dediğim yer, bir başka doğrunun noktasıysa? Ya ben yoksam mesela? Kendime dair tüm gördüğüm, sonsuz bir düşse sadece? Ya uyanınca başka bir adam olacaksam? Ben, ya başka bir adamın düşündeki kabussam?
Tuesday, October 13, 2009
Neler neler
Bir kere...
Dünya her birimizin çevresinde dönüyor tamam. Hepimiz ayrı ayrı accayip bir şeyiz. Eyvallah... Yani nasıl söylenir; öyle bir varlığız ki, o kadar olur. İyi güzel...
Yahu bir kere... Sadece bir kere... "Senin neyin var?" Bu kadar zor mudur? "Asıl sen nasılsın?"... "Senin için..."
- Canım çok sıkılıyor.
- Ya sorma benim de!...
Sormadım ki... Sormadım... Birine dert yanasım var ulan... Birinin kalkıp "Dostum, seni merak ettim" demesi... Ulan en azından "Neden sıkılıyor canın?" diye sorması...
Ben de mi sormasam artık? Ben de mi iplemesem? Dibine kadar gitsin bakalım... Neresi imiş bir görelim!..
Monday, October 12, 2009
kırmızı rugan ayakkabılar
çocukken sahip olduğum kırmızı rugan ayakkabılar
onlar da senin gibi çok tatlıydılar ama
canımı yakardılar acıtırdılar
Girişi Şebnem Ferah ile yapalım
Ve diyeyim ki: bu ara her ne giysem ayağıma canımı acıtıyor. 40 yılın yumoş nikeları bile kifayetsiz.
Kesip atsam şu sol mini parmağı, çözülür mü her şey?
Hattuşa ya da Hattuşaş
Kazılardan çıkarılan eşyaların büyük bölümü Ankara ve İstanbul'daki Etnografya ve Anadlu Medeniyetleri müzelerine gönderilmiş. Çorum'un merkezinde ve Boğazkesen'de de birer küçük müzede sergilenen eserler var. Ancak kazı alanı ne yazık ki bu durumda...
Kazı alanı sadece Hitit'ler döneminin değil, aynı zamanda aradan geçen binlerce yıl içinde bir çok farklı medeniyetin de izlerini saklıyor.
İnsanlık tarihinin bilinen ilk yazılı anlaşması olan Kadeş Antlaşması'nın imzalandığı yer burası. Biraz ilgi, biraz girişimcilik ruhu ile hem kazıların sürekliliği için gerekli kaynaklar yaratılabilir, hem güvenlik sağlanabilir, hem de ciddi bir gelir ve tanıtım platformu oluşturulabilir.
Japonya, kazıya talip olmuş ama reddedilmiş. Alacahöyük ve Boğazkesen'de devam eden kazılar; ilk kazma darbesinden bu yana sadece Türk arkeolog ve Hititolog'lar tarafından sürdürülmüş. Bu anlamda tek olma ünvanına sahip. Kazılar; Atatürk'ün eğitime gönderdiği üç arkeolog tarafından 1935 yılında başlatılmış.
Binlerce yıl önce birilerinin dolaştığı yerlerde dolaşmak çok farklı bir duygu... Ancak toprak eserlerin ve kireçtaşı üstüne oymaların açık havada sergilenmesi, zamanla yok olmalarına neden olacak gibi...
Biraz ilgi, neleri değiştirebilir kimbilir...
Thursday, October 8, 2009
CREEP/...
Couldn't look you in the eye
You're just like an angel,
Your skin makes me cry
You float like a feather
In a beautiful world
I wish I was special
You're so fuckin' special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't care if it hurts,
I wanna have control
I want a perfect body
I want a perfect soul
I want you to notice
when I'm not around
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here, ohhhh, ohhhh
She's running out again
She's running out
She run run run run...
run... run...
Whatever makes you happy
Whatever you want
You're so fuckin' special
I wish I was special
But I'm a creep,
I'm a weirdo
What the hell am I doin' here?
I don't belong here
I don't belong here...
Seni...
Akşam saatlerine eksem seni? Günün tüm yorgunluğunu, bezginliğini unutup, yine de gülümseyebilir misin? Kendini kendine, kendin olan yerlerine adarken, adaman gerekirken... Bir küçük parçanı da akşamüstüne verebilir misin? Aldığın her nefesin arasına, küçük bir damla saklayabilir misin?
İlerleyen geceye eksem peki seni? Teninde durulanacak bir tene açılır mısın? Gömer misin yüzünü, hasret bir boynun içine? Orada uyutur musun tüm uslanmaz yerlerini? Kanın, kanımda durulur mu? Başarabilir misin?
Ve içime eksem seni... Alışagelmişin dışına gidiyoruz desem? Sana şimdiye kadar olandan çok farklı bir şey söylesem? Ama bunu hep duyduğun biçimde belki... Belki sadece "Gel" diyerek yapabilsem? Anlar mısın içindeki dolu dolu seslenişi? Duyar mısın gerçekten?
Şimdilerde bir "sen" rüzgarı ister gönül... Ama alışmaktan korkan, yarası taze, dinginliği yok olmuş, hoyrat mı hoyrat bir rüzgarın tam ortasında kalmış bir gönül bu... Hor kullanılmış, Eylül göçünü tamamlayamadan kışa esir düşmüş bir gönül... Alıp ısıtır mısın? Sabrın var mı?
Daha da önemlisi; farkında mısın sana nasıl ama hem de nasıl alışmak istediğimi? Özledikçe görmek... Gördükçe hiç gitmemek istediğimi... Bir gün... Belki...
Uruk Hai: Kendine kendine gelin güvey olmayı en iyi yapan adam...
1-2-3
Zaman? Dedim... Dedi mi?
Dağları aşamama durumu... Gün geçerken, atrık ucundan yakalayamama... Ve hızla akmalar. Aralarda, nefes almak için başımı suyun üzerine çıkarıyorum. Sonra, o sıkışıklıkta derin bir nefes alayım derken; bir yandan oksijen, bir yandan iki hidrojene bulanmış bir başka oksijen aynı anda giriyor nefes boruma... Suyun altında öksürüyorum, kimse duymuyor.
Dedim:
Bre ne menem bir yazgıdır; tam ucuna erişmişken hep elimin altından kayan bir zamanın peşinde koşmak...
Dedi:
Zaman dediğin ne ki? Sen koşmasan, belki akmayacak?
Dedim:
Yanlışın yok mu? Dursam durmayacak bir meretin içinde deli gibi dövünüyorum ben.
Dedi:
Dursan, durmuş olacak. Zaman, senin çevrende akıyor. Arkana yaslan ve dönmesini izle. Zira sen durunca, zaten senin çevrende dönüyor. Ama akmıyor.
Dedim:
Sen nereden bileceksin ki?
Dedi:
Ben zamanım.
Belki doğrusun, belki dursam çözüleceksin. Belki ben hızlı koştum, görmedim seni... Derdim... Doğru olsaydın.
Wednesday, October 7, 2009
Demirel
Tuesday, October 6, 2009
Şeytan Diyor Ki...
Sunday, October 4, 2009
Bir kadeh şarap ve Puccini....
İçmekte olduğum daha doğrusu son kadehini yudumlarken bu kelimeleri yazdığım şarap Sevilen-2006-Karasalkım...Bir papazkarası ve 10 lira para verdim bu leziz şaraba..
Beni çok şaşırttı..
Şaraba eşlik eden ise La Scala'da 1953'de kaydedilen Puccini'nin Tosca operası..
Operetler ise Maria Callas, Giuseppe Di Stefano, Victor De Sabata: La Scala Milan Orkestrası ve korosu..
Ne diyim..bazen insan kendini şımartmalı..hak ediyorum..
Sırf hinliğimden gittim ufak bir parmesan ve ufak bi isli peynir aldım şaraba eşlik etsin diye..bi de puccini..tamamdır :)
Bu arada seni de unutmadım..
Saturday, October 3, 2009
Seretonin mucizesi mi?
Böyle lay lay lom değilim gerçi. Ama güzel kalktım bu sabah. Umarım güzel gider. Umarım, umduğum gibi olur. Haftasonu keyfi yaşamak gerek artık. Sıkıldım dört duvar arası muhabbetlerden. İçesim var, param kalmamış. Ama en azından bir dolaşmak iyi gelir akşam vakti. Bir de günü güzel kapatmak lazım.
Ey varlığından ve konumundan haberi olmayan sevgili... Sana da ulaşmaya karar verdim. Dedim ya, güzel kalktım bu sabah. Börtü böcek, kuş falan... Ayaklar tekrar yere basmadan, acil iyi bir şeyler yapmak lazım. Sonra olmuyor.
Thursday, October 1, 2009
All About...
Wednesday, September 30, 2009
Gerisi gelir
Tuesday, September 29, 2009
Güya Gündem
Monday, September 28, 2009
Yayına Hazır Bir Kitabın Girişi
Tanımadığım bir kasabanın sokaklarında rast gele dolaşıyorum. Yön çizmeden kendime, herhangi bir amaç koymadan, sürekli sapıyorum karşıma çıkan ilk sokağa; sağa ya da sola aldırmadan. Sonuçta sürekli o ilk caddeye çıkıyorum döne dolaşa ve nedense, bu tip kasabalarda adet olduğu üzere konuşlandırılmış çıkmaz sokaklardan hiç birine çıkmıyor yolum... Hoş zaten bu çıkmaz sokaklara girsem de çıkmayacak yolum...
Bu kasabada; herhangi bir köşe başından çıkıp da beni şaşırtacak bir tanıdık, kesinlikle yaşamıyor.
Girdiğim her sokakta, kasabanın aksine tanıdık bir rüzgar esiyor. Her iki yana sıralanmış; dış yüzleri yoksul ve genellikle iki-üç katlı eski taş evler, nasıl bu kadar tanıdık gelebilir ki bana? Sarı ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, yer yer çatlamış ve dökülmüş sıvaları ile bu evler, ne zaman yerleşti bana? Nerede?
Ve sen!.. İstanbul’un çok katlı, bakımlı bahçeli, otoparklı, çift asansörlü, site içinde yer alan bedeninle; nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin bu köhne yapıların herhangi birinin kapısından? Bu kadar mı aynı bu sokaklar?
Pencereler aynı...
Ferforje cumbalarının iç tarafında Vita kutuları içinde boy veren hercai menekşeler arasında yürüyorum. Her biri renk renk gibi... Her biri güzel gibi... Ama yakından baktığında çatık kaşlı ve saldırgan bir hayvanın yüzünü andıran çiçekleri ile ne denli dost bu pencereler bana?
Her saksının arkasında, yaşı değişken ancak bakışlarının anlamı aynı kadınlar taşıyor sokağa. Hayırsız kocalarından, ilk aşklarından, emekli maaşlarının farklarından, çocuklarının yaramazlıklarından ve bir de günün ilahı pop starlarından, mankenlerden konuşuyorlar, çamaşırlarını asarken ya da toplarken... Birbirlerine kahve randevuları veriliyor; “Kız Ayşe; Canan Teyzenle ikimize kahve yap, hayırsız. Bütün gün ne anlıyor televizyondan, radyodan bilmiyorum. Evde kalacak bu benim başıma Canan.”, “Ayol, bi rahat bırakmadınız ki kızı! Bu zamanda evde oturarak koca bulunur mu kuzum!” replikleri arasında...
Yer yer su birikintisi oluşmuş Arnavut kaldırımı sokaklarda ya bir makrome içindeki menekşenin ya da evden bulabileceği en iyi kısmeti o sokaktan geçmek zorunda olan kızların arasından geçerken; nasıl da tanıdık geliyor; bu binlerce umudu barındıran umutsuz pencereler...
Ve sen!.. Suları alt pencereye aktığı için pen pencerelerinin dış kısmında çiçek barındıramayan, camdan cama haberleşilemeyen, iki kat aşağıdaki komşudan cep telefonu ile randevu alınan pencerelerin arkasındayken; nasıl da ardında gibi görünebiliyorsun bu umutsuzluğun? Nasıl görünebiliyorsun?
Bakkallar aynı...
Önündeki meyve ve sebze sandıkları ile önce manav havası veren, içine girince aspirinden mandala kadar her şeyi bulabildiğim bakkallardan, burada her sokakta bir tane var.
İsmail Efendi; sepetle sarkıtılan siparişleri sahiplerine ulaştırırken, nasıl aklında tutabiliyor kimin veresiye defterine ne kadar işleyeceğini? Her evin alışkanlığını, alacaklarını önceden biliyor olmaktan mı kaynaklanıyor, “mahalle bakkalı” ünvanı? Biraz eski kaşar alındığında, veresiye defterindeki kabarık faturayı hatırlatmak için bekleyen İsmail Efendi; kendi mahallesinden hiç eski kaşar siparişi alamıyor oysa... Başka mahalleden küçük çocuklar; nefes nefese girip dükkanına, alıyorlar eski kaşarları... Bu mahallenin eski kaşar ihtiyacını da öteki bakkallar karşılıyor elbette. Bu iki yüzlü ilişki; her geçen gün daha da kemikleşerek sürüyor mahalle ile bakkalı arasında. Her gün. Her gün. Her gün.
Tezgah altında; evin erkeklerinin kırk yılda bir yapacakları alışverişlerde, rakının yanına özenle seçilerek getirtilmiş beyaz peynirlerin, zam gelecek sigaraların, poşetli dergilerin yer aldığı bu bakkallar, ne kadar da benziyor; artık her biri en az süper market kimliğine bürünen İstanbul bakkallarına...
Ve sen!.. Nasıl olur da çıkacakmış gibi gelebilirsin, utandığı için gazete kağıdına sardırarak aldığın kadın pedlerinle, koşar adım evine gitmeye çalışarak bu bakkaldan? İsmail Efendi ile arandaki bu küçük sır, “doktordan utanılmaz” kimliğini yakıştırdığın İsmail Efendi tiplemesi; nasıl yakın olabilir ki marketlerin raflarında bin bir çeşidini arkadaşlarınla tartışarak seçebilen sana? Bu kadar mı aynısın; pencere önü umutsuzluğuyla?
Yasaklar aynı...
Gözlerim nedense kendiliğinden yere iniyor; camın ardındaki yüz, genç bir kadına ait ise. İçimde sanki “yanlış yapmışım” duygusu ile karışık suçluluğu neden hissediyorum ki, genç kadın yüzlerinin hiç biri ile ilgim yokken? Karşı yüzlerde de ilgilenmiyormuş, baktığım için terbiyesizmişim ifadesini alıyor olmamın nedeni ne olabilir; kesiştiğimiz tek nokta aynı sokakta bulunmamızken sadece? Üstelik ben bir yolcuyum, geçip gideceğim bu sokaktan. Çıkacağım.
Ben; o solgun, sıvası dökük, dış yüzü yoksul komşu evlerden birinde oturmuyorum ki. Yine de bakılamaz işte. Yolcuysan yolculuğunu bil. Oyalama kimseyi. Geldiğin gibi sessizce gitmek üzere, yazılı olmayan bir anlaşmaya uymayı kabul ettin, daha bu sokağın başındayken. O halde uyacaksın kurallara... Komşu oğlanların tekerine çomak sokmadan, o sokaktan geçecek bir kısmet olmadan, annelerin saçından tutup içeri çekmelerine neden olmadan bu genç yüzleri, usulca gitmeliyim.
Ve sen!.. Hiçbiri sen olamıyor bakmayınca. Ama sanki her biri de sen olacak gibi bakar bakmaz. Ben bu sokaktan geçerek kısmetin olmaya çalışırken, sen nasıl benzeyebilirsin ki bu genç yüzlere? Günün her hangi bir saatinde istediğin tanıdığınla buluşabilen, iki çift laf edebilen, karşılıklı nestcafé içebilen, yemeğe ve dansa gidebilen sen; nasıl bu denli aynı olabilirsin ki, odadan odaya geçerken bile üzerinde bir çift ebeveyn gözü taşıyan cumba kızlarıyla?
Denizler farklı...
Ege’nin hırçın ve hoyrat tavırları, geldiğim denizin çok uzağında... Üzerindeki balıkçı tekneleri ile yazın turistlere ada turları yaptıracak olan “iç güveysinden hallice” gezi teknelerini, huysuz bir kedi gibi üstünden atmaya çalışan Ege; izlemek için bile fazla yorucu ve düzensiz kimliği ile akıyor önümde. Kıyıyı döven dalgaları, zaman zaman üstümü ıslatıyor. Sabahın bu erken saatinde; bu kasabaya geliş nedenimi üstüme kusan bu deniz, nasıl da farklı Marmara’dan.
İşte bu hırçın denizin sakladığı yılgın kasabada; daha gideceğim yere gitmeden –gitmeye güç bulamadan- sokak sokak dolaşmamın tüm nedenlerini; yumuşaklıktan ve duyarlılıktan yoksun tavrı ile nasıl da yüzüme vuruyor. Nasıl da beynimi kemirmeye başladı; bir gece önce apar topar aldığım otobüs bileti ile bu kasabaya çıkan yolculuğumun başlama nedeni.
Ve sen!.. Ne kadar da aynısın bu nedenimle...
Çok Üzülüyorum
Sunday, September 27, 2009
Sevgili Günlük
Saturday, September 26, 2009
Sıkıldım
Hala, içtikçe aynı kadın doluyor boş kalan yerlerime. Değişmemiş. E değişmesin. Değiştirmesi muhtemel olan, değiştirmek istemedikten sonra ne gam?
İşte bir hafta sonu akşamı... Sıkışıp kaldım ofise... Yorulacak kadar çalıştırdım kendimi... Gidesim olmayan bir ev ile kalasım olmayan bir ofis arasında; isteksiz ve mecburi bir seçimin sonucundayım. Kırdım dizimi, internet ortamına aktım yine... Canım Dumas'ın Üç Silahşör'ünü yeniden okumak istiyor.
Bre sıkıldım. Bre ses kalmamış. Bre geçmez olmuş saatler.
Tayfun'umun dediği gibi: "Ha bire uğraşıyorum, ikiye varam diye"...
Nerede benim ikim? Benim bir kadınım var mı yaşayan? Gelip akacak mı içime? Alacak mı yalnız kalan yerlerimi? Yoksa düş mü?
Friday, September 25, 2009
Yapaylık, Tavuk ve Yumurta
İçimizde erdem dediğimiz her şey yapay mı? Doğal olan, kendimize sakladığımız kötü yönlerimiz mi? Kaza yapan iki sürücünün birbirleri ile kavga etmeleri mi yoksa birbirlerine geçmiş olsun demeleri mi daha doğal geliyor?
Gelelim ikinci anlamına… İşte insanoğlu; bu yukarıdaki “buluttan nem kapan” yapısıyla neler neler yaşamadı ki… Savaşlar, ihanetler, hatta işte keşifler ve icatlar…
Şüphecilik, bilim adamlarının olmazsa olmazı… Ancak ince bir çizgi var şüphecilik ile paranoya arasında… Yüzyıllarca, bilimle uğraşan adamlar az çekmedi “deli” etiketlerinden. Kimileri yakıldı, idam edildi ya da dışlandı. Dünyanın güneş etrafında döndüğünü ilk söyleyen; M.Ö yaşamış Yunan matematikçi Pisagor’du ama aynı teoriyi Ortaçağ’ın sonlarına doğru ortaya atan Galileo’nun başına gelmeyen kalmadı. Demek ki zamanlama çok önemli…
Aynı şekilde Galileo da Nostradamus da yıldızlara baktılar. Biri pozitif bilimle, diğeri kehanetle ilgilendiğinden olsa gerek, Nostradamus el üstünde tutuldu. Kaldı ki kendisi de Fransa’da saray doktorluğu yapmış adamdı. Demek ki aynı şeye baksanız bile, çıkardığınız ve sunduğunuz sonuç farklıysa, göreceğiniz muamele de farklı olabiliyor.
Bugün bilim inanılmaz bir hızla ilerliyor. Bilim adamları da saygınlıklarını kazandı. Demek ki değişim de insana özgü, kabullenmek de… Sonuçta kesin olan, doğrunun zamanla ortaya çıktığı… Kesin olmayansa ne zaman ortaya çıkacağı…
Yumurtanın tavuktan, tavuğun da yumurtadan çıktığı kesin aslında ama bakış açıları demiştik ya hani… İşte bazen yumurtadan horoz da çıkabiliyor. Kimileri yumurtladıkları için el üstünde tutuluyor, kimileri de erken öttüğü için kesiliveriyor.
Toparlayacak olursak; insanoğlu çevresini her iki anlamı ile yapaylık kavramından beslenerek örüyor. Aradaki çatlaklar; doğal olmaya karar verdiğinde, keskin sirkeleşmesinden kaynaklanıyor. Demek ki ne ka yapay, o ka insan!... Bu mudur?
October 31
Nasıl bir Halloween'im geldi anlatamam
Wednesday, September 23, 2009
Time after time...
and think of you
caught up in circles confusion--
is nothing new
Flashback--warm nights--
almost left behind
suitcases of memories,
time after--
sometimes you picture me--
I'm walking too far ahead
you're calling to me, I can't hear
what you've said--
Then you say--go slow--
I fall behind--
the second hand unwinds
if you're lost you can look--and you will find me
time after time
if you fall I will catch you--I'll be waiting
time after time
after my picture fades and darkness has
turned to gray
watching through windows--you're wondering
if I'm OK
secrets stolen from deep inside
the drum beats out of time--
if you're lost...
you said go slow--
I fall behind
the second hand unwinds--
if you're lost...
...time after time
time after time
time after time
time after time
--------------------------------------------
it's been dedicated our worst enemy..time..our mutual enemy..
Bayram Bitti Ya....
Tuesday, September 22, 2009
Yazı..Kayan yazı..Kaymaz..kaymak..pastörize..süt
Kestane
O ufacık kesekağıdında eliniz ısınır.
Kestane kebap yemesi sevapppp
her birinden içeri girildiğinde sadece şekeri ile değil, çeşit çeşit kestane bulunsun.
İftar Sofrası
Buraya kopyalayayım bunu, kalmasın oralarda boynu bükük, neticede bir ailenin alışkanlıklarının notu...
Güzellik
Wednesday, September 16, 2009
İstersen uzanabilirsin gerçekten...
ne fark eder ha bir anlık ha bir yaşamlık...
çoktandır izlemek istediğim bir film var yanımda
yanında patlamış mısır da yeriz tuzlu tuzlu
hayattan konuşuruz, ordan burdan
belki bizim de ortak korkularımız vardır,
sıradan belki ortak bir hayal bile kurarız, gerçekleşmeyen
Günün birinde ıssız bir sahilde,
ben hamakta uzanıp gökyüzüne bakarken
sen masmavi denizden yeni çıkmışken
tuzlu tuzlu tenine dokunurum sahiden
istersen uzanabilirsin gerçekten...
Seni o kadar çok özledim ki...
O güzel çiline dokunmayı,
Sevmeyi özledim...
bakmayı,
sarmayı,
gülmeyi,
koklamayı,
seni aslında..çok ama çok özledim...
istersen uzanabilirsin gerçekten...
Hatırlatın
Sunday, September 13, 2009
Baba ve Piç
Önceki maddeyi unutacak kadar alıştığın bir arkadaş bulsan dahi hayatın başka başka alanlarında seni hezimete uğratabileceği gerçeğini asla gözden kaçırma.
Saturday, September 12, 2009
Diline Hakim Olmak
Thursday, September 10, 2009
13 Eylül 2009 İtalya GP MONZA
Ellerimi ovuştururum bunun için...
Çok fazla sürpriz beklemiyorum bunun için elimdeki tek veri sanırım cuma günü antremanlar olur.
Haftasonu eve kapancaz en azından bunu biliyorum, derkenar beyle misafirlik yapcaz.
Wednesday, September 9, 2009
Komik?
Tuesday, September 8, 2009
Monday, September 7, 2009
İhtiyat Akçesi
Sunday, September 6, 2009
Diyelim ki / Siftah olsun
Saturday, September 5, 2009
Derkenar'ın Mutfağı - Domates içi Melemen
Karışımımızı domateslerin içine dolduruyoruz
Bir kenara ayırdığımız yumurta sarısısını domateslerizin içine koyuyoruz